MARKSİZM'E BİRKAÇ ELEŞTİRİ
Trabzon’da farklı fikirlerden okur-yazar
gençlerin bir araya gelebilecekleri, fikir teatisinde bulunarak kendilerine ve
düşünceye katkı yapabilecekleri bir platform ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu
amaç etrafında Genç Entelektüeller Topluluğu adını verdiğimiz bir yapı teşekkül
ettirdik. Bu topluluk ile herhangi bir mani çıkmadıkça haftada bir toplanmaya,
farklı konuları değerlendirmeye çalışıyoruz. En büyük maksadımız farklı
fikirlerden gençleri bir araya getirebilmek, birbirlerini saygı ve tahammül
çerçevesinde dinleyebilecekleri bir ortam yaratmaktı.
Genç Entelektüeller Topluluğu olarak
17.Mart.2017 Cuma günü oldukça güzel bir tartışma meydana getirdik. Marksist
düşünceden bir arkadaşımız bize “Sosyalizm ve Ahlâk” başlıklı bir sunum yaptı. Karşılıklı
eleştiri ve tartışmalarda bulunduk. Kendi adıma çokça istifade ettim. Bu
tartışmada eleştirmek üzere aldığım notları, orada söylemeye imkân
bulamadıklarımı henüz sıcakken bir vesika olarak kaydetmek üzere bu satırları
yazmaya karar verdim.
Marksizm yahut sunumun başlığı
itibariyle Komünizm pek uzak olmadığım bir kavram. Daha evvel Marks ve Engels
üzerine okumalar yapmıştım. Ancak hem okuduğum yılların üzerinden hayli
geçmesi, hem de farklı bir fikrî teamülden yetişmem dolayısıyla eksik kaldığımı
düşünmem dolayısıyla bu sunumda daha önceden edindiğim birçok fikri teyit etme,
yanlış anladığım noktaları düzeltme imkânı edindim.
1- Eleştireceğim noktaların başında konunun
ana başlığını oluşturan “Ahlâk” ve “Ahlâkın Kökeni” geliyor. Sunumda hatip “Ahlakı
üretim ilişkisi belirliyor, biz farklı bir üretim ilişkisini ve bu ilişkiden
doğan ahlakı savunuyoruz; bugünün ahlakını yatsıyoruz” dedi.
Bu fikri eleştirmeden önce uzunca
ahlâkı tartışmak, neye ahlâkî demek gerektiği üzerinde durmak sağlıklı
olacaktır ve fakat bu uzunca bir bahis konusudur. Ancak kısaca ahlâk
kelimesinin etimolojisi itibariyle H-L-K kökünden geldiği, yani yaratılışla
arasında bir rabıta olduğunu göz önüne almak gerekiyor. Kanaatimiz ahlâkın
insanın a priori olarak sahip olduğu ve evrensel olduğudur. Hâl böyle olunca
ahlak bir sabite olarak üretim ilişkisi ile bağlantı taşımamaktadır. Ancak bu
cümlelere eleştirimiz, ahlakın üretimle ilişkisi olmamasından değil, olmayan
bir üretim ilişkisinin olmayan bir ahlakının mevcut ahlak anlayışına üstün sayılmasıdır.
Burada dikkate değer bir paradoks söz konusu. Şayet ahlakı üretim ilişkisi
belirliyor, hakiki ahlak (Marksistlerin sahip olduğu/düşlediği) üretim
ilişkisine dayalı ahlaksa Marks bu ahlakı nereden edinmiştir? Mevcut ahlak
anlayışımız statüko hâlindeki düzenin devamı için varsa sömürüye karşı
içimizden gelen isyan kaynağını nereden buluyor? “Sömürüye, insanları
ezmeye/üzmeye karşı çıkmak” mevcut ahlak anlayışımızda bir ilke olduğu aşikârdır.
Bunun için Marksistlerin “statükoya hizmet için var edilmiş” dedikleri, Marks’ın
“mazlumların umut çığlığı, kalpsizlerin kalbi” dediği var olan tüm dinler de
sömürüye, hatta kapitalist düzenin birçok çarkına isyan etmektedir. Bu bariz
bir çelişkidir.
2- Bir diğer mevzu –ki mahiyeti
itibariyle tartışmada da üzerinde çokça duruldu- sosyalizmin aile kurumuna bakışı.
Engels’in “Ailenin-Özel Mülkiyetin-Devletin Kökeni” adlı kitabını okuduğum için
aile kurumuna bakış beni şaşırtmadı. Engels kitabında mevcut aile yapısının
feodal aile yapısının biraz evrilmiş bir çeşidi olduğu, statükonun devamı için
işlevsel olarak kullanılan bir yapı olduğu üzerinde durmaktadır. Bu düşünceye
göre (i.) bir feodal kız ile bir self beyin evlenme olanağı olmadığı gibi, bir
burjuva kızı ile bir proleter oğlunun da evlenme olanağı yoktur, (ii.) eşler(özellikle
kadınlar) birbirinin kapatması gibidir, birbirine yabancıdır, tüm aile kurumu
birbirini cinsel yönden tatmin edebilmek üzerine kuruludur, dolayısıyla
genelevde yapılan işten bir farkı yoktur.
Ben Marks ve Engels’in (ikisini
birbirinden ayırt edebilecek donanıma maalesef sahip değilim) vicdanlı bir
isyanları olduğunu düşünüyorum. Bu fikir adamları düzenin bozukluğundan
tiksinmiş, vahşi sisteme isyan etmişlerdir. Bu eleştiriler hakikaten yerinde
itirazlardır. Aile kurumunun yahut mülkiyetin bizim zihnimizde onlardan
beklediğimiz işlevselliği yerine getirememesinden kaynaklı bir isyandır bu. Peki,
bu düşünce adamları bu harika eleştirilerden sonra ne diyorlar? Mülkiyet kötü,
kökten kaldıralım. Aile zaten görevini yerine getiremiyor, kaldıralım gitsin. Bu
bir fikir midir? Bu ortaya bir şey koymak mıdır? Aile ilişkisinin yalnız
cinselliğe indirgenmesinin vicdana ettirdiği isyan aile kurumunun
kaldırılmasını değil, tanzim ve tadil edilmesini gerektirmez mi? Mülkiyetin
eşitsiz paylaşımı dolayısıyla herkesi sefalete mahkûm etmek yerine mülkiyetin
dengeli bir paylaşımını sağlayacak tedbirler almak daha yerinde değil midir? Marks’ın
ve Marksizm’in vicdanlı bir isyan ettiğini ve fakat ortaya bir şey koymak noktasında
pek dikkate değer şeyler söylemediklerini üzülerek ifade etmek istiyorum.
Üstelik bu fikirleri ilk defa ortaya
atan Marks/Engels değil, Platon da aile kurumuyla ilgili benzer şeyler
söylemektedir. (Döngüsel tarih bahsinde değineceğiz.)
3- Eleştirilmesi gereken bir başka
husus da mevcut düzende polislerin ve mahkemenin düzenin polis ve mahkemesi
olduğu, ideal devlette (sosyalist devlette) polis ve hâkimlerin işçilerden teşekkül
edeceği fikriydi.
Bahis konusu toplantı afişi |
Bu –kanaatimizce- oldukça problemli
bir fikirdir. Polis ve mahkeme düzeni korumakla itham edilirken, ideal devletin
polis ve mahkemesi de kendi düzenini korumaktadır. Öyleyse ne değişmekte? Üstelik
elbette ki polisler ve mahkeme düzeni koruyacaktır. Düzen ortaya koyulan
birikimin, birlikte yaşamayı sağlayan kuralların ve iradenin bir tezahürüdür. Ancak
olması gereken polis, mahkeme ve devlet yapılanması hakikatin peşinde olan,
adaleti tesis etme noktasında düzenden değil doğrudan yana taraf alan, insanlardan
teşekkül etmekte olduğunun bilincinde olan devlet/mahkeme/polistir. Marksistler
öyle bir anlatıyor ki, mahkemelerde Matrix filmindeki Ajan Smithler olduğunu
sanırsınız. Hâlbuki bir hukuk fakültesi öğrencisi olarak Türkiye’nin dört bir
tarafından emeğiyle ve zekâsıyla birlikte hukuk eğitimi alan insanların kürsülerde
oturduklarını görmekteyim. –Burada adalet mekanizmasındaki aksaklık, torpil,
iltimas gibi mevzulara konu dışında oldukları için değinmiyorum.- Hakeza
polisler de halamın oğlu, amcamın damadı; yani yine bizden insanlar. Öyleyse bunda
rahatsızlık yaratan şey ne? Daha doğrusu işçiler yönetiminde bundan değişik
olacak şey ne?
4- “Mevcut sınıflı yapının hiçbir
sorunu çözemediği” konusundaki eleştiriye kısmen katılmakla birlikte bunun
biraz insafsız bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Evet, kapitalizmin
eleştirilmesi gereken oldukça fazla uçurumu var. Fakat Türkiye özelinde
görmekteyiz ki, Hindistan’daki kast sisteminde yaşamıyoruz. Biraz evvel
verdiğimiz örnekte olduğu gibi dipten üste çıkmak, yüksek mahkeme hâkimi ya da
devlet yönetiminde bir bürokrat olmak için aileniz yahut kökeniniz bir engel
değil. Hatırlayamıyorum bunu Marks’ta mı yoksa Marks üzerine okuduklarımda mı
öğrenmiştim, şöyle bir aforizma vardı: “Benim dedem ve senin deden birlikte
yolda yürüyorlardı. Senin dedenin ayağı bir taşa takıldı ve onun bir kömür
olduğunu gördü. O kömür madeninin mülkiyetini deden aldı, benim dedem de
yanında işçi oldu. O günden bugüne sen patron, ben işçiyim.” Bu kapitalizmde
hakikaten eleştirilmesi gereken bir durum olmakla birlikte 21. YY dünyasından
oldukça eski bir bakış açısı. Dünya değişti…
5- Marksizm’de anlayabildiğim
kadarıyla ilerleyici bir tarih anlayışı mevcut. Engels’in iddiasına göre
insanlar anaerkil hâlde, komünal bir yaşam yaşıyorlardı. Mülkiyet ortaya çıkması,
kas gücüne ihtiyacın artması, savaşlar vesaire ile birlikte erkek egemen
toplumlara geçildi. Böylelikle soy anadan değil, babadan devam etmeye; aileler
ataerkil olarak şekillenmeye başladı. O zaman bambaşka bir mülkiyet anlayışı
vardı ve dolayısıyla –mülkiyet anlayışı ahlakı belirlediğinden- bambaşka da bir
de ahlak anlayışı vardı. Ancak mülkiyet anlayışı değişti, her mülkiyet anlayışı
kendi ahlak anlayışını yarattı. Roma köleliğinde farklı bir ahlak, feodal
devlette farklı bir ahlak, burjuvazi ve kapitalist düzende farklı bir ahlak söz
konusu oldu.
Öncelikle tartışılması gereken nokta
ilerlemeci tarih anlayışının bu kadar tartışılmaz kabul edilmesidir. Hayır,
bilakis Marks’ın tarih felsefesi düşüncesinde oldukça etkilendiği filozof Hegel
Tarih Felsefesi kitabında tarihin döngüsel olduğu, insanın kendi idrakini aşan –Aziz
Yardımlı “Kayra” olarak çeviriyor- Tanrısal müdahalenin birer parçası olduğu,
toplumun kendi diyalektik kanunları çerçevesinde ilerleyen bir ruhu olduğu
düşüncesi bu mutlak kabulün karşısında durmaktadır. Zaten Engels’in bu yukarıda
mealen verdiğimiz düşüncelerini ele aldığımızda Sosyalistlerin ideal devlet
olarak gördükleri düzenin –kendi tasavvurlarında- toplumların en eski hâli
olması da ilerlemeci tarih anlayışı açısından çelişki oluşturmaktadır. Bilakis
bizim düşüncemiz üretim faktörünün –hepten etkisiz olmamakla birlikte- ahlak
üzerinde doğrudan bir tesiri olmadığıdır. Çünkü üretim ilişkisi de, hükümet
sistemleri de Roma’dan beri kendisini tekrar etmektedir. Monarşi’den Demokrasi’ye,
Demokrasi’den Monarşi’ye tarihte bir döngü görmekteyiz. Kendi ütopyamda belki
yakın bir gelecekte makinelerin köleleştiği insanların Antik Yunan’daki gibi
çalışmayıp felsefe yaptıkları bir toplum tahayyül ediyorum. Üretim ilişkisi
benim gözlem ve beklentimde de Antik Yunan’daki köleciliğe dönmektedir (bir
farkla, yeni köleler makineler!) Görüldüğü üzere hükumet anlayışı da, üretim
anlayışı da değişmemekte; hatta bilimsel bilgi bile kanaatimizce çok bir
değişim yaşamamaktadır. Galile’den önce dünyanın yuvarlak olduğu İslâm
dünyasında biliniyordu. Tabii ki onlardan önce de Pisagoras söylüyordu. İlk ne
zaman ortaya çıktığı meçhul… Yine evrim düşüncesi de İslâm felsefesinde kabul
edilen, Antik Yunan’da da bilinen bir düşüncedir. Keza yukarıda dediğimiz gibi
aile kurumuna karşı çıkan ilk insan Marks değildir, Platon da komünal bir aile
tavsiye etmektedir.
Bu düşüncelere ikinci karşı
çıkılması gereken nokta üretim/hükümet sistemleri değişmediği gibi ahlak
anlayışı da pek değişmemektedir. Hatip konuşmada Fransız Devrimi’nden öncesi
ile bugünün bile Ahlak anlayışının farklı olduğunu söyledi. Fakat Fransız
Devrimi ile çağdaş Kant’ın ahlak üzerine söyledikleri bugün sanki yeni
söylenmiş gibi. Türk toplumunun ahlak anlayışını çok büyük çoğunlukla 1400 yıl
önce gelen İslâm dini, kitabı, kültürü şekillendirmekte; o toplumda şekillenen
ahlakla bugünkü ahlak temel noktalarda pek bir değişiklik arz etmemektedir.
Konuşmada da örnek verdiğim üzere milattan evvel yaşayan Sokrates’in ağzından
Platon’un “Zeus’un eve girip Hera’yı yere yatırarak onunla ilişkiye girmesi”nin
Tanrılara izafe edilemeyecek ahlaksız bir anlatı olduğu itirazlarını
okuduğumuzda (yanılmıyorsam Devlet’te yazıyor) bugünkü ahlak anlayışımızla
paralellikleri görmekteyiz. (Yukarıda da belirttiğimiz üzere Ahlak düşüncemiz
başlı başına bir konudur, ancak evrensel bir ahlak düşüncesine tâbi olduğumuzu
ve fakat ahlakın çeşitli toplumlarda evrensel ilkelere dayalı spesifik
yansımaları olduğu düşüncesindeyiz. Kısa bir örnekle bahsi kapatacağız.
Evrensel Ahlak: Büyüklerine saygısızlık yapmak ahlaksızlıktır. Doğu ahlakı:
Babanın yanında sigara yakmak(saygısızlıktır) ahlaksızlıktır. Batı ahlakı:
Babayla karşılıklı içki içmek(saygısızlık değildir dolayısıyla) ahlaksız
değildir.)
Beş ana başlıkta ele aldığımız Marksizm
eleştirileri yaptığımız yegâne eleştiriler olmamakla birlikte en başta da
belirttiğimiz gibi toplantıda not aldığımız, unutmamak üzere kaydetmek
istediğimiz eleştirilerdir. Mevcut düzene karşı isyanında Marks’la birlikte
çığlık atmakta ve fakat ortaya konulacak düzen konusunda Marks’tan tamamen
ayrılmakta, hatta cüretkâr bir biçimde Marks’ın ortaya hiçbir şey koymadığını söylemekteyiz.
Marks’ın ortaya koymaya çalıştığı şey belki de yalnızca bir isyandı.
Düşünceye hizmet eden tüm düşünce emektarlarının
ruhu şâd olsun!
PİRALİ
ÇAĞRI ŞENSOY
18
Mart 2017-TRABZON
Yorumlar
Yorum Gönder