İNKİŞAFIN ANAHTARI: HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ
Türkiye’nin diğer medeniyetlerle
yarışında üstün gelmesini ve kalkınarak gelişmesini istemeyenimiz yok. Peki, bu
nasıl olacak?
Sanayi devrimini kaçıran ecdadın
ceremesini çeken nesilleriz biz. Hâlâ şimendiferi yakalama gayretindeyiz. Ancak
günlük mevzuları tartışmak bazen ufkumuzu daraltıyor, küçük hesaplarla büyük
kazançlar elde edeceğimiz zannına kapılıyoruz. “Üç kuruşa beş köfte yok”. Çalışmak
mecburiyetindeyiz.
Dünya bugün “yapay zekâ
teknolojisi”nden, “yapay organ üretilmesi”nden, “doğal kaynakların enerji
ihtiyacını karşılamada kullanılması”ndan bahsediyor. Bugünün teknolojisi artık
makineleri bırakın bilgisayarlar bile değil. Dünya “3 Boyutlu Yazıcı”
teknolojisi ile hem her evi bir fabrika hâline getirmeye hazırlanıyor, hem de insanın
mahsurlu uzuvlarını insandan elde ettiği hammadde ile bilgisayarda düzelterek
üç boyutlu yazıcı ile organik uzuvlar yaratmayı tartışıyor. Biz bu
tartışmaların ancak “bu etik mi”, “Tanrı’nın yarattığı kadere müdahale anlamına
gelmez mi” boyutundaki sığ tarafında yer alıyoruz. Üretim olmayan yerde çok söz
olur. Medeniyet olarak çok lâf yapıyoruz. Ancak bu lâfları ederken Tanrı’yı
küçümseyip kaderinin bir bilim adamı dolayısıyla ölümlü bir insan tarafından
bile ihlâl edilebileceğini düşünmek şirkine kapılıyoruz. Bu bizim olaya
sığ/ufuksuz yaklaşmamızın bir nihayetidir.
Medeniyetler yarışında tekrar öne
geçeceğimize, dünyaya unuttukları değerleri hatırlatarak dünya beşerini yeniden
“insan” vasfına taşıyacağımız iddiasındayız. Harika hedefler bunlar! Fakat bunu
dünyaya ne vererek yapacağız? 1000 yıl öncesinin fıkıh âlimlerinin -ki hepsi
dönemlerinin modernidir- fikirlerini ihraç etmekle rakiplerimizin “vallahi biz
de bunu arıyorduk, ne iyi yaptınız” diyeceklerini mi zannediyoruz? Şafii’nin,
Şatibi’nin hukuk anlayışlarının bugünün dünyasına katacakları şey ne kadardır?
Elbette altlarında yatan bir felsefî altyapı olduğunun farkındayız. Ancak yine
farkındayız ki, o altyapı Şafii ve Şatibi’yi yaratmıştır. Batı’ya karşı daima
savunduğumuz ancak içimize döndüğümüzde “adî bir Müslüman kadar bile olamaz”
diyecek kadar takiyyeci olduğumuz Farabiler, İbn-i Sinalar ve hatta
karşılarında duran Gazali bile hep bir arayışın ürünüdürler.
Öyleyse bugün dünyaya söz
söyleyebilmek için teknolojik olarak aynı dili konuşabilmek, felsefî olarak da
kendimize yabancılaşmadan batının felsefî hafızasını tetkik etmek
mecburiyetindeyiz. Ve hatta yeri geldiğinde tatbik etmek mecburiyetindeyiz de… Farabi,
İbn-i Haldun gibiler Aristo ve Platon’dan etkilenerek modern felsefede
Spinoza’yı, Montesquieu’yü yaratabilmişlerdir. Hatta diyalektik bir
perspektiften bakarsak Gazali de Aristo ve Platon’dan aldığı ilham ile
Descartes ve Blaise Pascal gibilere ilham olmuştur. Rakibimizi tanımak, anlamak
ve onlarla aynı dili konuşmak mecburiyetindeyiz. Bu noktaya geldiğimizde zaten
aynı gemideki yolcular olduğumuzu, rakibimizin insanlık ailesindeki diğer
kardeşimiz olduğunu, bu rekabetin “karşılıklı” değil, “birlikte”; yükselmeye ve
iyiliğe/güzelliğe yönelik olmasını gerektiğini anlayacağız.
Bu söylediklerimizi yapabilmenin
yolu da etkileşim ve işbirliğinden geçmektedir. İşbirliğinden tabiiyete girmeyi
kast etmiyorum elbette. İşbirliğinden bilgiyi paylaşmayı, dünyanın dört bir
tarafından zekânın Türkiye’ye akın ederek Türkiye’de üretmesini kast ediyorum. Türk
insanının –hepsini dâhil edecek kadar cüretkâr değilim- zekâ potansiyeli
konusunda mütevazı olmaması gerekiyor. Bugün dünyanın en büyük şirket ve
sermayelerine göz attığımızda hepsinin yaratıcı bir fikir ve çok az sermaye ile
ortaya koyulmuş teknolojik üretimlerin sahibi olduklarını görüyoruz. Bugün
uzaya giden araçlarda Google’ın sermayesinin olması anlatmaya çalıştığımız şeye
en güzel örnektir. Yine Facebook, Twitter, Whatsapp çok az çalışanla fakat tek
başlarına bile Türkiye’deki en iyi (THY, Telekom dâhil) birkaç şirketin toplam
mevduatından daha fazla varlığa sahipler.
Üstelik petrol sahibi olmak
bundan yüz-iki yüz yıl önce ne ifade ediyorsa, artık o anlamı ifade etmiyor.
Dünya güneş, rüzgâr, su vesaireyle enerji üretmeye çalışıyor. Coğrafî keşifler
yapılırken boğazlardan ve ticaret yollarından haraç kesmenin getirdiği rehavete
kapılan ceddimizin rehavetine kapılmadan yeni devrimi birlikte
gerçekleştirmeliyiz. Üstelik ceddimiz bu boğazlardan ve ticaret yollarından
haraç alma hakkını kanlarıyla bir bedel ödeyerek elde etmişti, biz bugün rehavete
kapılma cüretini/hakkını kendimizde nereden buluyoruz?
Bunun için dünyanın dört bir
tarafından bu işleri bilen, zeki ve üretken beyinler transfer etmeliyiz. Dünyanın
büyük sermayeleriyle işbirliği yaparak bu istihdam için uygun bir ekonomik
ortam oluşturmalıyız. Bir John, bir Arthur neden Türkiye’ye gelsin? Elbette ki
daha iyi imkânlar, daha fazla kazanç elde edebilmek için.
Tüm bu anlatılardan sonra biraz
da gerçek Türkiye’ye dönelim. Türkiye bugün beyin göçü alan değil, beyin göçü
veren bir ülkedir. Türkiye’de duran beyinlerin ekseriyeti imkânı olmadığından
veya yeni bir hayata açılmanın çekinikliği ve korkusundan Türkiye’de kalmakta,
“zenci” olmaktansa Türkiye’de yok olmayı yeğlemekte ve fakat
konuşur/dertleşirseniz daima gitme arzu ve isteği taşımaktadır. Hâlbuki biz
Türk’üz. Aç kalıp bir lokma ekmeğimizi devletimizle paylaşmakla şeref
kazanırız. Fakat kendi kariyerini düşünen John ile şirketinin kârını düşünün
Arthur kâr elde edebilecekleri güvenlik bir yer aramaktadır. Neden bu ülkeye
gelsinler ki? Hem bizim devlete verdiğimiz bir lokma ekmeğin karşılığı faydası
olmayacağını bilerek, üstelik o paylaşıma rağmen tartaklanarak, en azından
bunun endişesini taşıyarak bir Türk bile neden bu ülkede kalmaya devam etsin?
İşte tam bu noktada başlığımıza dönerek;
hukukî güvenliğin, ekonomik felahın mevcut olmadığı bir ülkenin kendi
beyinlerine sahip çıkma imkânı bile yoktur, kaldı ki beyin göçü ithal
edebilsin.
“Hukukun üstünlüğü” diyoruz. Ne anlam ifade
ediyor “Hukukun Üstünlüğü”? “Hukukî Güvenlik” nedir mesela?
Hukukî güvenlik devletin eylem ve
işlemlerinden önceden haberdar olunması, vatandaşların hareket sahasının
sınırlarının çizilmesidir. Hukukî güvenlik hakkının sağlandığı bir ülkede sık
sık kanun değişikliği olmamalıdır mesela. Vatandaşlar attıkları bir adımın
–hukukî perspektifte- hayatlarının geri kalanına nasıl tesir edeceğini bilmelidir.
Ancak bundan daha da öncelikli olarak “hukukî güvenlik ilkesi”nden
bahsedebilmek için mevcut kanunların tatbiki, devlet tarafından kendisine çizilen
anayasal ve kanunî sınırlara riayet edilmesi gerekir. Böylece vatandaş anayasa
ve kanun tarafından güvence altına alınmış olan hak ve hürriyetlerini emin bir
şekilde kullanabilecek, bir eylem yaparken yarın bundan olumsuz bir tesir
altında kalacağı endişesini taşımayacaktır.
Karikatürize etmek noktasında
aşırı bir örnek olarak şunları söyleyebiliriz: Mülkiyet anayasal bir temel
haktır. Devletin ve üçüncü kişilerin mülkiyet hakkımıza saygı göstermesini
istemek en temel haklarımızdan bir tanesidir. Bir sabah uyandığımızda devlet
baba “mülkiyetine ihtiyacım var, artık benim” derse geleceğe dair planlarımız
bundan nasıl etkilenecektir? Yahut bugün şu satırları yazmakta özgürken yarın
çıkan bir kanunla cezaların geriye yürümezliği ilkesi ihlâl edilir “yazı yazmış
kişiler derhal tevkif edilecektir” denilirse, bundan beni koruyacak,
dolayısıyla benim şu satırları yazmama/üretmeme imkân sağlayacak şey nedir?
İşte bu; kanunların uygulanacağına, daha da fazlası olarak evrensel hukukî
normların ihlâl edilmeyeceğine olan güvenimdir. Hukukî literatürde bunu “Hukukî
Güven İlkesi” olarak ifade ediyoruz.
Yeni devrim hızla oluyor.
Elimizdeki teknolojinin hızlı değişimini “hız ve ayartı” ile veya “tüketim
alışkanlıkları” ile açıklamak realiteden kaçmaktır. Elimizde hızlıca değişen
teknoloji dünyanın bir eşiğini ifade etmektedir. Elbette tüketim alışkanlıkları
ve teknolojinin hızlı değişiminin sosyal ve ahlakî boyutu tartışılabilir. Ancak
bu tartışma değişimin farkında olmayı ihmal rehavetine sebebiyet vermemelidir. Hızlı
bir devrim yaşanıyor, biz şayet dünyayı yakalamak ve ona bir şeyler anlatmak,
kaybettiği ahlakî değerleri ona hatırlatmak istiyorsak bu devrimi dünya ile
birlikte yapmak zorundayız. Üstelik kendi düşünce dünyamızın gelişmesi, kendi
kavramlarımızı yine kendi dünya görüşümüz ile anlamlandırmamız böyle bir
birlikteliğin yaratacağı ufukla mümkündür. Medeniyetimiz büyük düşünce
adamlarını bu arka plan yaratmıştır: Araştırmacı bir karakter, en iyiyi/yeniyi
bilmek isteği ve daha yenisini üretme gayreti.
Devrime katılmalı, gelecek
nesillerimizin ödeyeceği bir ceremeye sebebiyet vermemeliyiz. Ancak bu devrimi
yaparak varlık iddiasında bulunabiliriz. Aksi hâlde üretilmişi tüketen canlılar
gibi yeryüzünde dolaşmaya devam edeceğiz.
Bu atılımın da tek değil fakat
ilk şartı hukuktur. Tıpkı abdest ritüeli olmadan namaza başlanamayacağı gibi
hukukî güvenlik ve hukukun üstünlüğü olmadan teknolojik ve düşünsel atılımın
yapılması da mümkün değildir. Birbirini sevmeyen, birbirine güven duymayan,
akıbetini belirlemekte zorlanan insanların bir arada yaşaması da, üretmesi de
mümkün değildir. Güvensiz bir ortamda değil insan, hiçbir canlı durmak istemez,
yaşamını sürdüremez.
Bugün hukuku sığ menfaatler ve küçük
hesaplar için ihlâl edenler ya benden bile daha ufuksuz, ya da hainin dik
alasıdırlar.
18.04.2017
Pirali
Çağrı ŞENSOY
Yorumlar
Yorum Gönder