AVUKAT TABUSU
Yaklaşık
dört yıldır yaptığım felsefe okumalarım malumunuz. Bu okumalar Nietzsche’den
sonra Varoluşçuluk’a doğru evrildi. Bu kapsamda şu an için uğrak durağım Sigmund
Freud. Aslında doğrudan Freud okuma niyetim yoktu. Genel bir fikir edinebilecek
kadar okuyup Jung üzerinden devam etme niyetindeydim. Fakat Freud’un kayda
değer fikirleri olduğunu, doğru ifadeyle ondan istifade edebileceğimi görünce
üzerinde daha çok durmaya karar verdim. Bu yazıyı Freudyen bir psikoloğun
akademik değerlendirmeleri olarak okumayacaksınız elbette, ben daha da
fazlasını, amatör bir psikoloji meraklısının yazısı olarak dahi okumamanızı
rica ediyorum. Belki okuduğu bazı şeyler arasında alaka kurabilen bir okurun
değerlendirmesi olarak okuyabilirsiniz, böylesi bizim için de müstahak olanıdır.
Yazımızın
konusunu Freud’un “Tabu” düşüncesi ve toplumun nazarındaki “avukat” algısı
oluşturmaktadır. Bu yazıda toplum tarafından kötü bir tipleme olarak tahayyül
edilen, çoğu zaman mesnetsiz ve aşırı ithamlarla eleştirilen avukatlık
mesleğinin bir savunusunu yapmaktan ziyade; toplum muhayyilesini irdelemeye
gayret edecek, bu ithamların sebebine Freud’un Tabu ve Bilinçdışı fikirlerinde
karşılık bulmaya çalışacağız.
Freud’un
“Oedipus Kompleksi” fikrinden dolayı var olan kötü şöhreti -ki biz samimî bir
çabanın haksız karşılığı olarak görüyoruz bunu- herkesçe malumdur. Freud’un bu fikre
vardığı temel düşüncesi “bilinçdışı” düşüncesidir. Freud’a göre insanlar bir
takım düşünceleri bazı sebeplerle bastırırlar. Bu baskılar Oedipus Kompleksi’nin
altında yatan aşırı yasak bir düşünceden kaynaklı olabileceği gibi, örneğin, bir
kişinin bürosunun anahtarını çıkartacağı yerde evinin anahtarını çıkartması şeklinde
gerçekleşen olayda evinde olmak isteğini bastırmasından da kaynaklanıyor
olabilir[1].
Freud
Günlük Yaşamın Psikopatolojisi kitabında her gün süt kaynatırken dalgınlıktan sütü
taşıran bir hanımefendinin “dostum” dediği köpeğinin ölümünden sonra artık sütü
taşırmadığını aktarıyor. Hâlbuki tam tersine, üzüntüsü dolayısıyla daha dalgın
olması ve sütü taşırması gerekirdi. Hanımefendi ocağın başında sütü
taşırmadığına hayret ederken gözünün önüne sevgili köpeğinin iştahla sütün
taşmasını beklediği geliyor. “Artık her şeyi anlamıştım, ayrıca, köpeği
farkında olduğumdan da fazla sevmiş olduğum ortaya çıkmıştı”[2]
diyor hanımefendi.
Buraya
kadar Freud’un düşüncesinde bilinçdışı fikrini kısaca tasvir etmeye çalıştık[3].
Bilinçdışı düşüncesiyle Freud kişinin “bilincinde olmadan” yaptığı bir takım
hareketlerin kökenini ortaya koymaya çalışıyor. Freud’a göre “bastırılmış
düşünceden doğan iç çelişki bir düşünceyi bozmaktadır”[4].
Freud’un
bilinçdışı fikrinin vardığı yerlerden bir tanesi de “Tabu” düşüncesidir. Freud
toplumda yer alan bir takım “tabu”ları inceleyerek bunların kökeninde kişinin bilinçdışından
bir kök aramaktadır. (Hemen belirtmek gerekir ki, bir şeyin tabu olması onun
akıl-dışı bir yasak olduğu, aslında mubah olması gerektiği anlamına
gelmemektedir). Freud’a göre “herhangi bir nedenle korku uyandıran ya da tekin
olmayan şeyler kural olarak tabu kapsamına girer”[5].
Tabuların
oluşum kökenine dair araştırma yapan Freud tabuların “çok ama çok eski yasaklar
olduğu”[6]
fakat dilden dile aktırılırken artık bir gelenek hâline gelerek tabuya
dönüştüğünü aktarmaktadır. Ancak kendisi de bu düşüncenin bir kanıttan yoksun
bir varsayım olduğunu itiraf etmiştir[7].
Bununla birlikte bir yasak tabu olduktan
sonra artık kişi ona toplum korkusuyla yaklaşamadığı gibi, vicdanında da o
yasağa karşı bir tedirginlik bulmaktadır. Freud şöyle bir örnek veriyor: “Örneğin,
tipik bir vaka olan temas fobisinin klinik öyküsü şöyledir; çocukluk döneminin
en başlarında beklenebileceğinden çok daha geniş ölçüde ayrımlaşmış güçlü bir
dokunma arzusu kendini açığa vurmuş, ama dışarıdan böyle bir arzunun
gerçekleştirilmesine yönelik bir yasak sesini duyurmakta gecikmemiştir. Yasağın
ister istemez sözü dinlenmiştir, çünkü içte hatırı sayılır güçlere arkasını
dayayan yasak, dokunmayla kendini açığa vurmak isteyen içtepiden daha baskın
çıkmıştır. Ama yasak çocuğun ruhsal bakımdan yeterince gelişememiş olması
nedeniyle içtepiyi ortadan kaldıramamış, tek başarısı içtepiyi, yani dokunma
arzusunu bilinçdışına itmek olmuştur”[8].
İşte bu noktada bir çelişki ortaya çıkmaktadır: Bu çelişki kişinin
bilinçdışında -bilincinde olmadan- (ki bu id olarak bilinir) bir yasağı yerine
getirme isteğiyle, kişinin ahlâkî dürtülerinin (buna da süper-ego denilebilir) yasağa
karşı direnme çelişkisidir. Yani kişi hem -bilincinde olmadan- yasağı
istemekte, hem de -bilinç düzeyinde- yasaktan kaçmaya çalışmaktadır. Kişinin bu
çelişkisini Freud tabunun kişideki kökeni olarak görmektedir.
Yasak bir
tabudur. Peki, yasağı delen, yani suç olanı yapıp mücrim olan kişi? Artık bu
kişi de toplum nezdinde bir tabu hâline gelir. Tıpkı bulaşıcı bir hastalığın
kişiden kişiye sirayet etmesi gibi tabu da tabudan kişiye sirayet etmektedir. Hırsızlarla
bir arada olmak istememenin, hiç alakasız bir suçtan -mesela hileli iflas
olsun- hüküm giymiş mahkûmun ya da bir kelepçelinin bir çocuğun başını okşarken
bile annesinin çocuğu hemen kaçırmasının altında yatan dürtü budur. Bunun için “tabuyu
çiğneyip tabu olmuş suçlu”yla yetinilmeyip onunla ilişkide olduğu için tabu
kendisine de sirayet eden hanımından komşuları çekinir, çocuklarından arkadaşları
korkar. Bu bulaşıcılığın sebebini Freud anımsatmaya bağlamaktadır. “Böylece
anımsatma ile ayartma yine bir bütün oluşturur. (…) Bir yasağı çiğneyen kişi
örnek olup bir başkasını da ayartıyor ve aynı eyleme sürüklüyorsa, yasağa
aykırı davranış, salgın hastalık gibi bir kişiden bir nesneye, oradan da bir
başka kişiye sıçrayacaktır”[9].
Bunun içindir ki kişinin kullandığı bir nesne dahi tabu hâline gelir ve başkaları
bu nesneye el sürmeye korkar. Bir mücrimin evine çekinerek girmenin altında
yatan dürtü, onun eşyalarını olağanca bir merakla -ve korkuyla- tetkik etme
tecessüsü buradan kaynaklanmaktadır. “Öyle ya, başkalarına yasaklanan şey ona
yasak değildir”[10], kişi
onu gerçekleştirmiştir.
Tam bu noktada
avukat ve tabu arasındaki bağlantı ortaya çıkmaktadır. Aslında avukatlık
mesleğine yapışan olumsuz yaftalar her mesleğin tabiatındaki insana dayalı
kusurlar ve aşırılıklardır. Bir manavın iştah açıcı meyveleri öne koyup poşete arka
taraftan çürükleri doldurması çokça karşılaşılan bir durumken bu manavlık
mesleğinin adını kötüye çıkartmamıştır. Yine mesaisinden çalan, devlet malını
kendi hususî işine kullanan devlet memurunun davranışı göze batmamakta,
memurluğa girenlere hukuk fakültesi öğrencilerine “sen yalancı mı olacaksın
şimdi” diye sorulduğu gibi “sen hırsız mı olacaksın şimdi” diye
sorulmamaktadır. İnşaat fakültelerinde demirden ve çimentodan nasıl
çalınacağına dair bir ders olduğu düşüncesi kimsede yoktur. Üstelik hukukla
biraz ilgilenen kişiler görecektirler ki birçok avukat müvekkillerinin hak
kaybına uğramamaları için birçok fedakârlık göstermekte, kendisini çoğu zaman
tehlike atmaktadırlar. Bir mağduru güçlü bir kişiye karşı müdafaa etmenin
neticesi olarak tehditlerin, saldırıların çoğu zaman hedefi olan avukatlar
neden toplumda sevilmemekte, tedirginlik uyandırmaktadır?
Bunun
sebeplerini -yukarıda açıklamaya çalıştığımız- Freud’un görüşlerinde
bulabiliriz. Buna göre toplumun bir takım tabuları vardır. (Burada tabu var
olmasının bir olumsuzluk olmadığını, yasakları ifade ettiğini tekrar
hatırlatmalıyız.) Sözgelimi bir insanı öldürmek bir tabudur. İnsanın
öldürülmesi tabu olarak iliklerimize kadar işlemiş bir gelenektir. Bir insan
olarak, bir insanın öldürülmesini tahayyül dahi edemeyiz, -edememiz gerekirdi
insanlığımızı elimizden alan dizi ve filmler olmasaydı-. Ancak bu işi yapmış
bir kişi var karşımızda. Bu kişi bu tabuyu çiğnedikten sonra artık adeta tanrılara
kurban verilmeli, bu suçtan temizlenilmelidir. Aksi hâlde o katil herkese
cinayet işleme edimini anımsatacaktır ve böylece “hastalığını herkese
bulaştıracaktır”.
İşte bu
sebeplerle ki bu hastalıklı kişiyle ilişkide olan, hatta onunla birlikte
hareket edip onun haklarını savunan avukat da tabunun aktarımıyla tabu hâline
gelmektedir. Böylece avukat katili, katil cinayeti yani tabunun delinmesini
anımsatmaktadır. Freud şöyle bir örnek veriyor: “Belki meslekten cellat
olanların toplumdan geçici bir zaman ya da sürekli soyutlanması geleneğinin
içinde yaşadığımız çağa kadar varlığını korumasını da bu bağlamda dile getirebiliriz”[11].
Örneği yalnızca cinayetle daraltmak doğru olmaz. Bir hırsızın müdafaasını
yapana da hırsızlık bir şekilde sirayet edecektir. Zaten “körle yatan şaşı
kalkar”, değil mi?
Toparlamak
gerekirse, edindiğimiz kanaate göre, avukatlık mesleğinin tabiatı gereği toplum
tabularını çiğneyen kişilerle olan yakın ilişkisi avukatlık mesleğine de bir
tabu olarak sirayet etmiş, avukatlık da bir tabu hâline gelmiştir. Bir işi
düştüğünde güvenerek vekâlet verdiği kişinin başkaları söz konusu olduğunda
şüpheli hâline gelmesinin başka bir izahını bulmak pek mümkün değil. “Avukatlar
toplumun stres süngerleridir”, “biz para karşılığında insanların dertlerini
satın alırız” özdeyişlerini bu kutsal görevin mensuplarına söyleten tabudan
başka bir şey değildir.
Pirali Çağrı ŞENSOY
03.03.2018
[1] Sigmund
Freud - Günlük Yaşamın Psikopatolojisi - s. 214 / İthaki Yayınları / 3. Baskı /
Çeviren: Şemsa Yeğin
[2] age. s.
219
[3] Mezkûr
kitapta Freud çokça örnekle günlük yaşamda bilinçdışının etkisini anlatmaya
çalışıyor. İleri okuma için müracaat edilebilir.
[4] Bkz. age.
s. 50
[5] Sigmund
Freud - Totem ve Tabu - s. 60 / Say Yayınları / 4. Baskı / Çeviren: Kâmuran
Şipal
[6] age s.
69
[7] age s.
74
[8] age s.
66
[9] age s.
73
[10] age s.
71
Yorumlar
Yorum Gönder