İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE MERHAMET POLİTİKASI
Yaklaşık bir haftadır yoğun bir siyasî gündem mevcut.
Cuma'yı Cumartesi'ye bağlayan gece yayınlanan Resmî Gazete siyasal gündemimizi
oldukça yoğun bir şekilde etkiledi. İstanbul Sözleşmesi'ne ilişkin
cumhurbaşkanı kararı hem hukuk akademisinin, hem de siyasetin öncelikli gündem
maddesi hâline geldi. Biz de bu hususta fikirlerimizi ifade etmek istiyorduk.
Ancak akademik çalışmalarımız fikirlerimizi etraflıca ifade etmemiz için uygun
zamanı bize bir türlü yaratmadı. Bugün yakaladığım kısa fırsatta bu husustaki
acizane fikirlerimi kısaca ifade etmek istiyorum.
İstanbul Sözleşmesi'nin içeriği elbette tartışılabilir.
Yarar mı, zarar mı getirdiği; bizzat mevcut hükumetin öncülüğünde imzalandığı
hâlde bugün neden recmedildiği siyasetin konusudur. Biz bu konuyu tartışmayacağız.
Diğer taraftan, sözleşmenin iptaline ilişkin usul pozitif (yürürlükteki) hukuka
uygun mu, değil mi tartışmaları hukuk akademisi içerisinde bir haftadır
tartışılıyor ve çoğunluk görüşü usule aykırı bir karar olduğunu ifade ediyor.
Ancak biz pozitif hukuk ve usul tartışmalarını da ele almayacağız. Biz bu
yazımızla ideal / olması gereken bağlamında ve biraz da siyaset felsefesi /
hukuk felsefesi alanına girerek konuyu değerlendirmeye çalışacağız.
Her şeyden önce İstanbul Sözleşmesi insan haklarına ilişkin
bir sözleşmedir. İnsan haklarına ilişkin bir sözleşmenin tek bir kişinin (velev
ki cumhurbaşkanı olsun!) kararıyla iptal edilebilmesi siyaset felsefesi
açısından konuşulmaya değer bir hadisedir. Zira insan haklarına ilişkin
uluslararası bir sözleşmenin cumhurbaşkanı kararı ile iptal edilebilmesi
akıllara "ya bir gece İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) de bu
şekilde iptal edilirse?" sorularını getirmektedir. Kanaatimizce bu
soruya, İHAS'ın hâlâ yürürlükte olması reisin merhameti sayesinde mümkündür,
demekten başka bir cevap bulmak mümkün değildir.
Biz insan hakları tartışmasının dış politikayla birlikte
okunmasını etik olarak yadırgıyoruz. Zira insan hakları "turist için",
"dış yatırımcı için" mühim de bu memleketin insanları insan
haklarına layık değil mi! O hâlde bizce evvelâ sözleşme iptalinin insan hakları
noktasında ele alınması gerekir.
Anayasamıza göre devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk
devleti Anayasa Mahkemesi kararlarına göre ve doktrine göre hukukî güvenliğin,
hukukî öngörülebilirliğin olduğu devletin eylem ve işlemlerinde hukuka bağlı
olarak hareket ettiği devlettir. O hâlde hukuk devletinden bahsedebilmek için
hukukî öngörülebilirlik ve güven şarttır. Gerçekten de insanlar bir eylemde
bulunmadan evvel öngörmek isterler. Bilinemezlik ve öngörülemezlik en büyük
kaygı kaynağıdır ki bütün bir çağdaş felsefe hep bu kavramlar üzerinden insanı
anlamlandırmaya çalışmaktadır. Hukuk devleti bize özellikle Fransız
İhtilâli'nin bir armağanıdır. Fransız İhtilâli'nden önce "egemen"in bağışı
ve tasarrufu olan hukukî haklar ihtilâlden sonra egemeni sınırlayan (hatta
egemenin yetkilerinin bağlı olduğu) bir anlayışa evrilmiştir. Bugün artık insan
haklarının bir bağış olmadığı, egemen tarafından lütfedilmediği ve bir şekilde
doğuştan (ve hatta Tanrısal kaynaklı olarak) insan haklarına sahip olduğumuz
anlayışı siyaset felsefesinin aksiyom noktası hâline gelmiştir. Fransız
İhtilâl'inden sonra doğal haklar pozitifleşmesiyle ortaya çıkan hukukî
pozitivist yaklaşım zamanla otoriter rejimlerin insan haklarını kaldırmalarıyla
eleştirilmeye ve tekrar doğal hukuk yaklaşımının rönesansına vesile oldu. Bugün
için tek bir kişinin (velev ki halkın oylarıyla seçilmiş olsun!) tek başına bir
gece yarısı aldığı kararla insan haklarına ilişkin bir sözleşmeden vazgeçmesi modern
devlet yapısına uygun değildir.
Diğer taraftan söz konusu sözleşmesinin iç hukukta elbette
ki (uygulanıp uygulanmadığı şüpheli olsa da) kanunî düzenlemesi mevcut
olabilir. Ancak insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeler hem ulusalüstü
düzeyde bir "söz / ahit" olmaları itibariyle, hem de Anayasamızın
90'ıncı maddesine göre kanunlardan üstün nitelikte metinlerdir. Kanun
değişikliği için yasama organının kararı gerektiği hâlde kanundan daha
nitelikli olan insan haklarına ilişkin bir uluslararası sözleşme için yürütme
organının kararının tek başına yeterli olup olmadığı tartışması bir tarafa,
kanunda zaten mevcut olduğu şeklindeki bir yaklaşımla ulusalüstü sözleşmeler ve
anayasal hükümler iptal edilemez. Böyle bir durumda "kanunilik ilkesi
zaten TCK'da var" denilerek Anayasa'dan kaldırılabilir! Halbuki zaten
kanunların anayasalara uygun olması gerekir. Anayasada yer alan hükümlerin
kanunla ayrıca ifade edilmesi bir önem vurgulamasından başka bir şey değildir.
O hâlde böyle bir gerekçe de kabul edilemezdir.
Sözleşme iptali hem vatandaşlar için, hem de yabancı turist
ve yatırımcılar için güven kırıcı bir hadisedir. Zira yukarıda ifade edildiği
üzere insanlar güven içinde olmak ve geleceği öngörmek ihtiyacı hissederler.
Güvensizlik ortamı yalnızca insanı değil tüm canlıları donuklaştırır. Bir
köpekle karşılaşan kedi, bir kamyon farı görmüş tavşan tehlikeyi algılar ve hem
tehlikeden emin olmak hem de kaçmak için uygun zamanı beklemek üzere hareketsiz
kalır. Bunun gibi insanlar da siyasal ve ekonomik belirsizliğin olduğu
dönemlerde hareketten kaçınırlar. Yukarıda İHAS'ın yürürlükte olmasının bugünkü
siyasî konjonktürde ancak "reisin merhameti"yle açıklanabileceğini
ifade etmiştik. O hâlde bir gün "ekonomik savaş" gerekçe gösterilerek
tekalif-i milliye emirlerinin çıkartılmayacağı, iki tane olan her malımızdan
bir tanesinin kamulaştırılmayacağı nasıl garanti edilebilir? Yine dövizlerin
resmi gazetede yayınlanan bir kararla Türk lirasına çevrilmesinin önündeki
engel nedir? Dahası TL karşılığına çevrilerek dövizlerin kamulaştırılması bir
şekilde anayasaya uygun sayılıp mülkiyet hakkına engel değil denilirse teorik
bir tartışmanın ötesinde ne olabilir? Bu tartışmalar bizim insan haklarımız
noktasında mühimdir ve fakat yabancı yatırımcı için öngörülemezliğin ve "tehlikenin"
bizatihi sebebidir. Böyle bir güvensizliğin olduğu siyasal ortama hiçbir
yatırımcı girmek istemez. (Zaten bu riskin karşılığı olarak faizler
artmaktadır, bu da başka bir tartışmanın konusudur!)
Tüm bunlardan sonra uluslararası politikada devletimizin
itibarı ise sözleşme açısından bambaşka bir konudur. İstanbul Sözleşmesi bir
şekilde Türkiye'nin öncülüğünde hem de aynı hükumet döneminde, yaklaşık on sene
önce imzalanmıştı. Ancak dış politikada artık hükumet, şu bu parti değil
devletler muhataptır. On sene önce öncülüğünü yapmış olduğu bir sözleşmeyi
içeriğini eleştirerek feshetmek devlet politikalarının ne denli kırılgan, ne
denli konjonktürel olduğu noktasında dış politikada olumsuz imaj yaratacağı
kuşkusuzdur. Yine (velev ki İstanbul Sözleşmesi usule uygun olarak
feshedildiyse) gelecek dönemde sözleşme yapacak yabancı bir devletin
devletimize ne kadar itibar edeceği soru işaretidir. Zira bir yabancının "bir
gece cumhurbaşkanının inisiyatifyle yapmış olduğumuz sözleşmeyi
feshedilebilirsiniz" eleştirisine karşı güven verici herhangi bir
argümanımız mevcut değildir.
25 Aralık 2020'de yaptığım bir Facebook paylaşımından
"Devletin Kanunlara Uyma Zorunluluğu Üzerine" başlığıyla şu kısa
metni yazmışım:
"Hukukun, ahlakın ve sosyal yaşantının ilk ilkesi
'pacta sunt servanda' (ahde vefa / sözünde durma) dır. Sözünde durmayan insan
ahlakî zeminde ahlaksız ve erdemsiz olarak kabul edilerek kınanır ve dışlanır.
Tıpkı insan gibi vatandaşlarına kanunlar ve anayasa ile bir söz veren devlet de
sözünde durmadığı yani kanunları uygulamadığında kınanmayı hak eden, ahlaksız
ve erdemsiz bir devlet hâline gelir."
Bir sözleşmeyi gece yarısı yayınlanan bir resmî gazeteyle,
toplumsal mutabakat sağlanmadan ve tartışılmadan "ben yaptım oldu"
tavrıyla feshetmek insan ilişkilerinde olduğu gibi, (hatta daha çok)
uluslararası ilişkilerde önemli olan "ahde vefa" ilkesine aykırılık
teşkil etmektedir. Güvenilmez, sözünden dönen insanlarla ve devletlerle kimse
iş yapmak istemez.
Tüm bu gerekçelerle, öncelikle Türk milletinin onuruna uygun
bir insan haklarının inşası için, daha sonra da uluslararası siyasetteki
imajımızın zedelenmemesi için bu nevi politikalardan vazgeçilmesi gerektiği
kanaatindeyiz.
Yorumlar
Yorum Gönder