FERT-CEMAAT ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

 

Twitter'da kısa bir videoya denk geldim. Teferruatı önemli değil. Bir oyuncu hanımefendi yıllar önce ülke çapında sansasyon yaratmış bir cinayet katilinin kardeşiyle birlikte fotoğraf paylaşmış, sosyal linçe maruz kalmış. Benim arkadaşım değildi, bilmiyordum diye kendini savunma derdinde. Bu video beni uzun zamandır üzerine düşündüğüm pek bir sonuca da ulaşamadığım bir konuda düşüncelerimi somutlaştırmak adına bu yazıyı yazmaya sevk etti. Konu fert-cemaat çatışması.

Bu konu felsefenin ve özellikle de siyaset felsefesinin tartıştığı temel konulardan birisidir. İnsan tabiatı fert hâlinde yaşamaya uygun mudur yoksa insan dediğimiz varlık herhâlde bir cemaat içinde mi insan olmak sıfatına layık olur. Tartışmanın mazisini Aristoteles'in "insan içtimaî hayvandır" tanımına kadar getirmek mümkün. Aynı zamanda bugün liberalizm ve komüniteryenizmin temel çatışması da bu iki kavram etrafında şekillenmektedir.

Liberaller aslolanın fert yahut birey olduğunda ısrarcıdır. Bu fert (individual) kelimesi liberalizmin kitabını yazan kimselerin diline Latince "individuus" (bölünemez) kökünden gelmiştir. Bu kelime Yunanca "atomos" (bölünemez) kelimesiyle aynı anlama gelir. Dolayısıyla liberaller için cemiyet fert dediğimiz atomların çeşitli şekillerde bir araya gelmesinden oluşan bir yapıdır. Hâliyle asıl olan tekil fertlerdir, fertler cemaatleri dışında da bir anlam ifade ederler, bu fertlerin bir araya gelmesiyle cemaatler oluşur. Buna karşın Komüniteryenler ise tahmin edileceği gibi ferde karşı cemaati yani "komün"ü asıl kabul etmektedir. Komün kelimesi Latince "commūnis" kelimesinden türemiştir ve bugün "kamu" kelimesinin de kökünde bulunan "common" (ortak) kelimesiyle anlam ilişkisi içerisindedir. Bu düşünceye göre insan tek başına bir değer taşıyamaz çünkü tabiatı tek yaşamaya elverişli değildir, insan ancak bir cemaatin mensubu olarak bir anlam ve değer taşır. Kim haklı?

Kimin haklı olduğu sorusunun cevabı bende yok. Fakat bu tartışma benim kafamda bazı olay ve durumlarla ilişki içerisinde canlanıyor. İnsan her şeyden önce tek başına ölüyor. Bir kimsenin ne şekilde olursa olsun ölüm tecrübesini bir başka kimseyle paylaşamaması kanaatimce ferdiyetçilik lehine çok kuvvetli bir delil. Bir arada el ele tutuşarak intihar eden bir çifti düşünün. Her ne kadar ölüm yoluna birlikte girdiyseler de bu çift ölümlerini tek başlarına fert olarak yaşarlar. Ve ölüm hadisesinden sonra tekrar bir araya gelip gelemedikleri ise bilgimizin ötesindedir.

Doğum ise daha çok cemaatçi argümanlara elverişlidir. Çünkü anne karnında bir bebek adeta annesiyle tek bir canlı gibidir. Biyolojik olarak da annesine bağlı ve bağımlıdır. Bu bağımlılık diğer pek çok hayvanın aksine insanda doğumdan sonra da devam eder. Konumuz dışında kalan bazı evrimsel gerekçelerle insan yavruları dünyaya erken gelir ve gelişiminin bir kısmını anne karnı dışında sürdürür. Bu zorunlu fizyolojik durum ferdiyetçiliğe karşı güçlü bir argüman oluşturabilir. Çünkü bir defa annenin evladı beslemesi gerekir. Bu besleme aynı zamanda bebeğin dünyayı ailesi (yani bir cemaat) üzerinden tanımasına, onların verdikleri kavramlarla dünyayı inşâ etmesine sebebiyet verir. Hâliyle herkes içine doğduğu cemaatin izlerini taşır. İlerleyen hayatta kişi kendisine verilen bu programı benimseyebilir yahut reddedebilir. Ancak reddi dahi Hegelci anlamda bir aufhebung (kapsayarak aşma) olarak düşünülebilir. Üstelik kişi yalnızca öğrenme yoluyla ailesinden izler taşımaz. Kişi aynı zamanda ebeveynlerinden bir genetik miras devralır. Bu genetik miras mizacı üzerinde etkili olduğu gibi kimi Jung gibi psikiyatrlara göre psikolojisinin en derinlerinde de varlığını sürdürmeye devam eder.

Bizim toplumumuzda ve batı toplumlarında ferdiyetçiliğin kaynaklarından bir tanesi olarak din ve kültür görülebilir. Her ne kadar din insanları cemaatleştirmek gibi bir gayeye sahip olsa da özellikle ölümden sonra hayat ve hesap verme ferdiyetçilik lehine argümanlar olarak değerlendirilebilir. (Schopenhauer'ın doğu mistik dinlerine yaslanarak çokça eleştirdiği üzere) her kimse ferdi bir ruha sahiptir ve bu ruh hayatın hesabını verir, cennet veya cehenneme gider. Aklıma gelen bir problem olarak "ölümden sonra ahirette eşimle birlikte olacak mıyım" sorusu cemaatçi bir muhayyilenin ferdiyetçi bir zihniyete yönelttiği bir sorudur. Zira çift ölümden sonra birlikteliğini sürdürmeyi dilerken kimi problemler ortaya çıkar: Ya çiftlerden birisi Cennetlik diğeri Cehennemlikse? Ya bir çift öbürünü istemiyorsa? Ya kişi eşi öldükten sonra yeni bir evlilik yapmışsa? Konu bu şekilde uzatılabilir. Buna karşın doğu mistik dinlerinde ölen eşin vefatıyla geride kalan eşin intihar etmesine, iki eşin birlikte gömülmesine rastlanabiliyor. Bu ayrım dahi fert ve cemaat arasındaki çatışmanın dinî kültürde de ortaya çıkabildiği veya tersinde okunacak olursa dinî kültür tarafından düşüncenin etkilendiğini gösterebilir.

En başta atıf yaptığım videoya geri dönecek olursam, bu video ceza hukukunun temel prensiplerinden birisi olan "cezaların şahsiliği" prensibini akıllara getiriyor kuşkusuz. İnsanlığın ilk devirlerinde kolektif cezalandırma sistemi mevcuttu. Kabileden bir kimsenin fiiline karşılık mağdur kabile cezalandırma hakkını tüm kabileye yöneltebiliyordu. Bu da kan davalarına sebep oluyor, cemaatler bir türlü cemiyet hâline gelemiyordu. Nihayet insanlar medenileştikçe Hammurabi kanunlarında ilk örneğini gördüğümüz kısas ortaya çıktı ve cezalandırmada şahsilik prensibi ile fiilden yalnızca fiili gerçekleştiren kişinin sorumluluğu esası gelişti. Üstelik içinde yaşadığımız liberal hukuk düzeni cezalandırmanın şahsiliğini hem kendisine büyük bir argüman yapıyor hem de ideolojisi gereği destekleyip büyük önem atfediyor. Ancak ortaya çıkan bu gelişmelere, geçen yüzlerce yıla rağmen toplum kültüründe kolektif cezalandırma anlayışını sürdürdüğünü görmek ilginçtir. Gerçekten de -belki de bilinçdışı ve mana gibi metafizik kavramlarla açıklanabilecek şekilde- içerisinden bir suçlu çıkan aile, cemaat, mahalle, apartman tabu hâline gelip insanda değişik duygular, tekinsizlik hissi uyandırır. "Ağabeyinin suçundan kardeşe ne!" denilebilir, bu söz bir yönüyle haklıdır da. Ancak insan tabiatı bunu diyemiyor. Bunu demeye zorlanabilir mi? Bugünkü insan hakları doktrini zorlamaktan taraf gözüküyor.

Fert-cemaat çatışması farklı bir bağlamda, soyadıyla alakalı AYM kararında da gündem olmuştu esasında. Aile nedir? Kant aileyi iki ferdin sözleşmesi olarak ele alıyor. Yani fertler sözleşme yaparlar, ferdiyetlerini sürdürürler. Hegel'deyse aile sübjektif olan ferdin diğerinin ferdiliğinin objektifliği üzerinden aşılmasıyla (aufhebung) ortaya çıkan bir kurumdur. Dolayısıyla Hegel'de ailenin ortaya çıkmasıyla birlikte artık ferdiyet ortadan kalkar. Hegel'in perspektifinden bakınca ailenin bir adının olması gerektiğini yani eşlerin ortak soyadı taşımaları gerektiği söyleyebiliriz. Kant'a ve liberal teoriye göreyse evlilik nihayetinde bir sözleşmedir, bu sözleşmenin taraflarının ortak soyadı taşımasını gerekli kılacak bir zorunluluk söz konusu değildir, nihayetinde hepsi evlilikten sonra ferdiyetlerini sürdürmeye devam ederler. Evlilik içerisinde doğacak çocuğun kimin soyadını alacağı ortaya çıkacak sorunlardan bir tanesidir. Bu soruya verilecek cevap de fert-cemaat tartışmasına verilecek cevaba göre belirlenecektir.

Fert-cemaat felsefenin temel tartışma konularından bir tanesi olup görünen o ki henüz bir sonuca varılmış değildir. Bu metnin yazarı olarak ben herhangi birisini diğerine çok da üstün göremiyorum. Benim şu an yaptığım orta yolcu tavrın savunulması kolaydır fakat yazımızın içerisinde zaman zaman gündeme gelen uç problemlerde bu tavrın artık kullanılabilirliği yoktur. Bu sebeple bir taraf tutmamak bana göre topu taca atmaktan başka bir şey değildir. Ancak şu an için her iki taraf da beni kendilerini tutmaya iknâ edebilmiş değil.

 

04.08.2023

Pirali Çağrı ŞENSOY

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERKEZ VE ÇEVRE MÜCADELESİNDE TRABZON VE TRABZONSPOR

Yaşamak Üzerine Notlar: “Bu Hayatı Nasıl Yaşamak Gerekiyor” Sorusu Üzerine

Zevkler ve Renkler Tartışılır: Rölativizme/Göreceliliğe Eleştiri