HUKUK TOPLUMSAL VAHŞETTEN SORUMLU OLMAKLA İTHAM EDİLİYOR
Dehşet verici olaylara
tanık oluyoruz. Bu dehşet insanın kutsal doğasıyla bağdaşmaz bir şey. İki
seçenek var; ya bu dehşete alışmak yani insanlıktan çıkmak ya da aklını iyice
yitirmek. Bu ikisi dışında bir seçenek yok gibi görünüyor. Aynı yeryüzünün
üstünde bambaşka dünyalar tecrübe ediyoruz. Kimileri için insan en üstün değer,
her şey insan için ve insanla değer kazanarak var; kimisi içinse dünya
içlerindeki kötülüğün varlık bulabilmesi için bir zemin. Bu iki dünya algılayışının
zıtlığı arasındaki mesafeyi ölçmeye akıl yetmiyor. En azından benim aklım
yetmiyor, hâliyle anlayamıyorum. Ben insanın iyi tabiatına dair umut taşıyanlar
safındayım. Fakat umut bilgi değildir, garanti değildir, taahhüt değildir. “İnsana
dair umut taşıyorum” diyorum; yani dediğim şu: “Gördüğüm pek hoş bir şey değil
ama yine de insanda bir değer, bir anlam olmalı”. Şu yeryüzünde kutsal bir şey
var mı? Şayet varsa, bir tanecik bile kutsal olan bir şey varsa, o hâlde insan
da kutsaldır. Çünkü kutsal olan şey mademki insan için kutsaldır, mademki
kutsalın açıldığı zemin insandır, o hâlde insanda da kuttan bir pay mevcut olmalıdır.
Bir imkân olarak ve bir kavram olarak insan kutsal bir şeydir. Peki ya münferit
insan? Münferit insan da tümel insan kavramının altına gelebildiğine göre kutsal
bir şey olmalı.
Yukarıdaki
paragrafta kutsallığını gösterdiğim insan ile vahşet nasıl bağdaşıyor? Elbette
bağdaşmıyor. Ancak öyle gözüküyor ki insan dediğimiz imkân, en yüce güzelliklerin
teşrih edilmesi için bir zemin olabildiği kadar en gaddar kötülüklerin ortaya
çıkmasına da zemin olabiliyor. Güzellik ve kötülük insanın içinde olmakla
birlikte kötülüğün karanlığı tabiatıyla iyiliğin ışığını bastırıyor, çarpma
işlemindeki negatif elemanlar gibi değdiği güzelliği de çirkinleştiriyor. Suya az
da olsa bir pislik bulaşınca mide bulanıyor, birkaç damla bir bardak suyu
içilmez kılmaya yetiyor. O hâlde güzelliği nasıl kötülüklerden koruyacağız?
Nasıl olacak da insana dair umut ettiğimiz şeyin tezahürünü kötülüğün
karanlığından muhafaza edebileceğiz?
Şuradan
başlamak gerekiyor: İçinde yaşadığımız toplum “en” ile ifade edilebilecek bir toplum
değil. Dünyanın “en” erdemli ve kaliteli insanları arasında yaşamıyoruz, bu
manada ne biyolojik ne kültürel hiçbir değerimizle biz olumlu herhangi bir
sıfatın “en”ini teşkil etmiyoruz. Ve fakat “en” erdemsiz ve kötü insanlarla
birlikte de yaşamıyoruz. Yine bu vahşetin yerel olarak münferit olmadığı gibi zamansal
olarak da münferit olmadığını söyleyebilirim. Ne “bu vahşetler geleneksel
toplumun terkedilmesiyle ortaya çıkan modern hastalıklardır” diyebiliriz ne de
modernleşmenin bu vahşeti bitirebildiği söylenebilir. Bu noktada şunun idrakine
varmak ve kabullenmek gerekiyor: Hobbes’un “insanın kurdu” dediği, diğer
taraftan Kuçuradi’nin tabiriyle “içinden Mozart çıkartan” türün bir üyesiyiz
biz de. O hâlde medeniyetimizin bütün bu gelişmişliğine, uzaya çıkıp zekâ yaratmak
iddiasına giriştiğimiz bütün bu teknolojiye rağmen neden bu sorunu çözemiyoruz,
doğa sahasında olduğu gibi kültür sahasında da ilerleyemiyoruz? Neden bugün bu
topraklarda televizyonu açtığımızda veya sosyal medyaya baktığımız yeni bir
Mozart’ın insan ruhunda fırtınalar kopartan bir albümünün yayınlandığı haberini
almıyoruz da insan demeye bin şahit isteyecek sefil mahlukların yaptığı en iğrenç
vahşetlere maruz kalıyoruz?
HUKUK SANIK
KÜRSÜSÜNDE
Bu tek bir cevapla
sebebi ortaya koyulabilecek ve çözüm bulanabilecek bir arıza değil. Ancak bu
arızanın benim de bilimini yapmak iddiasını taşıdığım hukuk alanıyla irtibatı
olduğuna hiç şüphe yok. Şüphe etmek şöyle dursun, zaten yaşanan bu arızada sanık
kürsüsüne çıkartılan ve hesap sorulan ilk önce hukuk oluyor. Hukukun sanık
olarak yargılanması oldukça da haklı! O hâlde “hukukçu” sıfatını taşıyan ve hukukun
bilimini ya da felsefesini yapmak iddiasında olan ben de bu sorunun muhatabı ve
sorumlusu olarak bu sorunun en azından hukuk veçhesine dair bazı şeyler
söylemek ihtiyacı hissediyorum.
Şuradan
başlamak gerekiyor: Mahkemeye çıkartılan sanıklara önce kimlikleri sorulur ve
kimlik doğrulaması yapılır. O hâlde bugün mahkemenin karşısına çıkan hukuka da önce
“sen kimsin” diye sormak gerekiyor sanıyorum. Hukuk dediğimiz varlığın pek çok
görünümü ve veçhesi var. Bu veçhelerden bir tanesi de -belki de konumuz açısından
bizi daha çok ilgilendiren kısmı- hukuk bir kurallar sistemine işaret ediyor.
En kaba hâliyle bir norm (davranış standardı diyebiliriz) belirliyor ve norma
aykırılık durumunda muhataba verilmesi gereken karşılığı buyuruyor. Bu manada
hukuk biraz da ukala (“Selbstherrlichkeit”) gibi gözüküyor, kendisinden başka hiçbir
efendi kabul etmiyor. Hukukun kurallarıyla çelişen buyruklar emreden ikinci bir
efendi karşısına çıktığında hukuk “ya beni uygularsınız ya da ben yokum” diyor.
Bu manada biraz alıngan olduğunu söyleyebiliriz, kendisine hiçbir şekilde bir
ortak/şerik kabul etmiyor. Mahkememizde de tüm savunmasını, mahkemelerde her
gün binlercesinin savunmasıyla aynı şekilde, “ben olay yerinde yoktum, benim
alakam yok” diyerek kurguluyor. Gerçekten hukuk bu vahşetler yaşanırken olay
yerinde değil miydi? Bu memlekette hukuk yok mu?
Hukukun ukala
ve biraz da alıngan olduğunu söyledik. Bu topraklarda hukukun efendiliğinden
söz etmek mümkün müdür? Hukuk sanki savunmasında biraz haklı gibi. Hukuk bizim
üzerimde pek bir iktidara sahibi gibi gözükmüyor. Üzerimizde bir otoritesi yok.
Bizim için daha çok sıkıcı öğütler veren, öğütleriyle başımıza sürekli lüzumsuz
iş çıkartan bir yaşlı aile büyüğünü andırıyor. Kardeşimize koyduğu yasağı bize koymasını
istemiyoruz, bizi kayırmasını bekliyoruz. Bizimle hemfikir olduğunda onunla iyi
anlaşıyoruz ancak görmediği yerlerde kaçamaklar yapmaktan geri durmuyoruz. Bir gün
bizimle zıt düştüğünde ise buyruğunu beğenmiyoruz, haksız buluyoruz,
eleştiriyoruz, kavga ediyoruz, olabildiğince kaçmaya ve uygulamamaya
çalışıyoruz. Halbuki hukuk en eşitlikçi ebeveyndir. Çünkü buyruklarını münferit
değil kategorik olarak belirler. Konuşmaya başladığından “oğlum Ahmet” veya “kızım
Ayşe” diye başlamaz söze; “her kim” diye başlar ve herkes için bağlayıcı olan genel
ve objektif buyruğunu verir. O hâlde bütün bu vahşetlerden sonra “hukuk nerede”
demeden önce dönüp kendimize dürüstçe şunu sormamız gerekiyor: Gerçekten hukuku
istiyor muyuz?
HUKUK İTAAT İSTİYOR
Ben hukuka
dair belki kültür bilimlerinin imkânlarıyla açıklamak mümkün olabilecek metafizik
bir inanç taşıyorum: Hukuka hürmetin kaybedildiği toplumlarda muhakkak sosyal
felaketler ortaya çıkıyor. Eski insanlar, biraz da hukuklarının dinî menşeili
olması sebebiyle olacak, hukuka itaat konusunda titiz davranıyorlar, kötü bir
emel gerçekleştireceklerse bile en azından hukukun formel görüntüsüne uygun bir
yol bulmaya çalışıyorlardı. En ilkel ve cahil toplumlarda bile hukuka açıkça
meydan okunduğunu göremiyoruz. Ancak bugün içinde yaşadığımız Oidipik toplumda
açıkça hukuka meydan okunuyor, hukuka itaat etmek safdillik olarak görülüp istihzaya
muhatap oluyor. Yaya geçidinde kendisine kırmızı ışık yanan bir yayayı görenler
yanındakini dürtüp alay ediyor, iltimas yapma imkânı olup da yapmayan garipseniyor
ve biraz değişik olmakla itham ediliyor. Hukukun ırzına geçilirken denk gelen yakalayabildiği
nispette hukukun ırzına geçiyor. Kurallara itaatsizliği Antigone gibi “daha
üstün olan bir doğal yasaya dayanarak” değil, basit menfaatler için ve günlük
alelade bir iş olarak yapıyorlar. Nihayet hukuklu bir toplum olma pratiği
ortadan kalkıyor. Kur’an’a referans vermek gerekirse içinde yaşadığımız toplum
Salih’in veya Lut’un toplumuna benziyor. “Temizlik meraklıları” alaya alınıyor
ve hatta aforoz ediliyor.
Etrafından
dolaştığım, ima ettiğim derdimi şöyle somutlaştırayım: Bu hafta yaşanan ve
buradan anmayacağım çünkü anılmasının bile kötülüğe hizmet ettiğini düşündüğüm vahşetlerden
önce, geçtiğimiz hafta bir polis memurumuz vazifesini yaparken şehit edildi. Polisimizi
şehit eden pek çok suç kaydı olan, politik saiklerle delik deşik edilmiş infaz sistemi
yüzünden aramızda dolaşan bir suç makinesi. Bu suç makinesi yine ele geçiriliyor,
nasıl oluyorsa karakoldan kaçmayı başarıyor, sonra bir başka polisin belinden silah
alıp kendisine müdahale etmeye çalışan polis memuru hanımefendiyi şehit ediyor.
İhmaller zinciri… Peki bu ihmaller neden kaynaklanıyor? Kötü bir infaz sistemi
olduğundan, Türk Ceza Kanunu’nun “cezalandırılır” dediğine İnfaz Kanunu’nun “salıverilir”
demesinden, niteliksiz kimselerin polis yapılarak beline silah takılmasından
falan falan... Herkes haklı olarak hukuksuzluktan dem vuruyor. O hâlde hukuksuzluklar
neticesinde meydana gelen bu olay karşısında ne yapılması beklenir? Derhal kanunlardaki
açıkları kapatmak, infaz sistemini düzenlemek, liyakatli memur alımı için yasal
yolları oluşturmak, değil mi? Hayır! Suçluyu Tanrılara kurban ederek tabudan
arınmak daha kolay geliyor. Derhal suçluya siyah poşet geçiriliyor, bir hayvan
arabasına yükleniyor. Tarihsel aşama olarak polis devleti, ardından hukuk
devleti ve nihayet insanlığın yeni icadı: “Şov devleti”. Tüm bu işkenceler
yapılırken bolca video ve fotoğraf çekilerek servis ediliyor, herkesin içine su
serpiliyor: Katil hak ettiğini buldu, hatta bu az bile. Bir hukuksuzluğu örtmek
için bir başka hukuksuzluktan medet ummak, işte teorik düşünemeyen yığınların
adaletin yerine ikame ettikleri pratik çözüm!
Tabii bu
durumu belki Freud’un totem fikirleriyle birlikte de okumak gerekiyor. Sosyal psikoloji
alanında çalışan bilim insanları bu nevi şiddet olaylarının veya intihar
haberlerinin basında yer almasının benzer vakıaları arttırıcı bir yönü olduğunu
söylüyorlar. Ama buna rağmen sosyal medyada ve özel gruplarda insanlar tam da
Freud’un totemi tarif ettiği gibi “korkuyla karışık bir merak duygusuyla” vahşetin
sansürsüz fotoğraflarını görmek için özel bir çaba sarf ediyorlar ve
paylaşıyorlar. Bilinçdışının derinlerinde böyle vakıalardan zevk alma alçaklığını
toplumca taşıdığımız biraz dikkatli bakan herkesçe görülebilir. Neticesinde toplumsal
bir cinnet ve depresyon -ya da artık tıbbî ifadesi her ne ise!- ortaya çıkıyor.
ÇÖZÜM:
HUKUKA İTAAT KÜLTÜRÜ KAZANMAK
Ne yapmak lâzım
peki? Hukuk cephesinde değişen bir şey yok: Hukuka uymak gerekiyor. Hukuk insan
faaliyetlerini ve dolayısıyla özgürlüğünü kısıtlıyor. Ancak bunu bizatihi
özgürlük için yapıyor. Kırmızı ışık yakarak yoldan geçme özgürlüğünü
kısıtlıyor, ancak kırmızı ışıklar olmasa kavşak tıkanıyor ve yoldan geçmek
özgürlüğü zaten kullanılamıyor. Hukuka kaybettiği itibarını geri vermeliyiz. Bunu
söylerken avukat kurnazlığı yaptığım, hukukçuların toplum içinde baş tacı
edilmesini talep ettiğimi sanılmasın. Bilakis! “Hukukçu enflasyonunun”
hukukçuluğu değersizleştirdiğini, hukukun çoğunlukla da hukukçular tarafından
iğfal edildiğini görüyorum. Çözüm olarak çağırdığım yer nomos ve ratio yani
yasa ve akıl.
Münferit vakıalar
karşısında en şiddetli cezayı istemek hukuka itaati sağlayamıyor. Bunun yerine hukukun
“kenarda bir şeyler konuşuyor işte” rolünden çıkması ve her zaman sözü dinlenen
bir efendi olması gerektiğini söylüyorum. Çalışmalar gösteriyor ki kuralı ihlâl
eden yüz kişiden birisini yakalayıp ona yüz kişilik ceza vermektense istisnasız
şekilde kural ihlâllerini cezalandırmak daha etkili bir hukuk sistemi
yaratıyor. Bunu ampirik gözlem olmasa da akılla söyleyebilirdik herhalde. Çünkü
böyle olmadığında cezasızlık kültürü gelişiyor, hukuk bir saygı nesnesi olma
hüviyetini kaybediyor. Bize nazaran hukuka daha çok itaat edilen ve böyle vahşetlerin
daha az yaşandığı toplumların formülü de işte budur: Bu ülkelerde bizden daha
düşük ve fakat daha kat’i cezalar uygulanıyor. Kişi ihlâlinin karşılığını muhakkak
surette göreceğini biliyor, böyle olunca hukuk kurallarına aykırılığı aklına
getiremeyeceği bir kültüre sahip oluyor. Buna karşın hız sınırını aşana
tolerans göstermek, sonra toleransa tolerans eklemek, buna rağmen hâlâ ceza
yiyecek kadar kuralları ihlâl etmiş olanın cezasını emniyette tanıdıkları
vasıtasıyla sildirmek, o da olmazsa ödemediği cezaları affetmek ile bu kültür
oluşamıyor. Bilakis “nasılsa affedilir” kültürü oluşuyor.
Hasıl kelam, sorun
hukukla ilgili bir sorun olmakla birlikte ve ötesinde kültürle ilgili bir sorun.
Ülkemiz maalesef hukuklu bir toplum olmak pratiğinden gittikçe uzaklaşıyor. Hukuk,
yukarıda da ifade ettiğimiz gibi özgürlüklerin özgürlük -veya daha kutsal bir
değer olarak adalet- adına kısıtlandığı bir düzenin ifadesi. O hâlde özgürlüğün
ve güzelliğin teminatı için gerekirse özgürlüklerden, hele hele zaten olmaması
gereken “hukuka itaat etmeme özgürlüğünden” taviz vermek, biraz rahatı kaçırmak
gerekiyor. Hukuka itaat isteniyorsa: Af yok! İstisna yok! Merhamet yok! Hukuk sözü
sayılmayan bir ihtiyar gibi köşede ölmeyi beklemek istemiyorsa en kıyıda köşede
kalmış, ihlâli alışkanlık hâline gelmiş norm bile ya yürürlükten kaldırılmalı
ya da istisnasız uygulanmalıdır. Huzurlu bir toplum için akılcı yasalar yapmak
ve bu yasaların ihlâlinin mümkün olduğunu aklından geçiremeyecek kadar yasaya
saygılı bir kültüre sahip olmak dışında bir çare yok.
“Bonis nocet,
qui malis parcit.” (Kötüleri affeden, iyileri cezalandırır.)
07.10.2024
Yorumlar
Yorum Gönder