HUKUKUN TEMELİ OLARAK: AHLAK

“Hukuk nedir?” Bu sorunun bir ders esnasında cevaplanması iktiza ederse şöyle bir cevap verilebilir: “Hukuk toplum hayatını adalet düşüncesine uygun olarak düzenleyen ve gerektiğinde devlet otoritesiyle hükmüne uyulması sağlanan kurallar bütünüdür.”[1] Hâlbuki felsefî bir tartışma zemininde bu tanım birçok açıdan muğlak durmaktadır. Sözgelimi “adalet düşüncesi” ve ona “uygun olmak” ne demektir? Devlet gerektiğinde otoritesiyle bu kuralları uyulmasını sağlama yetkisini nereden buluyor?
                Öyle zannediyorum ki, “Hukuk nedir?” sorusunun cevabına ancak Pascal’ın dikkat çektiği şu çelişkiyi çözerek ulaşabiliriz: “- Niçin beni öldürüyorsunuz?” “- Tabii! Siz nehrin öbür kıyısındaki topraklarda oturmuyor musunuz? Dostum, eğer siz de benim gibi bu kıyıda otursaydınız sizi böyle öldürmekliğim bir cinayet sayılacak, ben de bir kâtil olacaktım; fakat mademki siz öbür kıyıda oturuyorsunuz, yaptığım iş haklıdır ve ben de mert ve yiğit bir adam diye anılacağım.”[2]
                Benzer bir örnek idam cezası yürürlükte olan ülkelerden de verilebilir. İnsan öldürmekten dolayı idama mahkûm edilen bir katilin cezası başka bir insan tarafından öldürülmesiyle infaz edilir. Öldürme fiillerinin aynı olmasına rağmen ilk fiili gerçekleştiren kişi –hukuk olgusu sebebiyle- bunun bedelini canıyla öderken, diğer kişi bilakis bu fiili işlemekten kazanç elde etmekte, maaş almaktadır. Hatta belki de ilk kişi bunu bir cinnet hâlinde, dolayısıyla aklî melekelerinde kusur olduğu hâlde yaparken, ikinci kişi doğrudan doğruya kastla yapmaktadır. Buna rağmen ilk fiili işleyen kişiyi ahlaken “kötü” olarak nitelendirilirken, ikinci fiilin fail “iyi” olarak nitelendiririz –ya da en azından fiili “kötü” olmaktan çıkartırız-. Bu noktada hukukun pozisyonu “bir fiili ahlaksız/kötü olmaktan çıkartabilecek kudret” olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece diyebiliriz ki “hukuk, fiillere abdest aldırma faaliyetidir”.
                Ahlak kurallarıyla hukuk kurallarının bu kadar yan yana gelmesi “pozitivist ekol” takipçisi hukukçuların pek hoşuna gitmeyecektir sanıyorum. “Demokrasi” ön kabulüyle elbette ki yasaları parlamento çıkartacak, uygulayıcı olan hukukçular sorgusuzca bu yasaları tatbik edeceklerdir. Burada kuşku yok. Ancak paradigmayı tartıştığımız bu zeminde artık ön kabuller ile bağlı değiliz. 1 Ocak 2000 tarihinde değişen bir kanun kurgulayarak durumu karikatürize etmeye çalırsak: 31 Aralık 1999’da fiile 3 yıl ceza tatbik edilirken 1 Ocak 2000 tarihinden itibaren bu fiile 5 yıl ceza tatbik edilmektedir. “Hukukî güvenlik hakkı” göz önüne alınırsa, elbette ki, 1999’da fiili işleyen kişinin 5 yıl ceza almasını beklemek abes olur. Ancak arada iki yıl fark olması iki cezadan bir tanesinin adil olmamasını zorunlu kılmaktadır. Adalet anlayışının evrensel olup olmadığı tartışmasını bir kenara bıraksak bile 31 Aralık saat 23:55 ile 1 Ocak saat 00:05 arasında (veya farklı saatler… bir şeyi karikatürize etmeye çalışıyoruz, buna dikkat edilmelidir) 10 dakika içinde hangi paradigma değişmiş olsun ki, “adalet” bu kadar etkilenebilsin? Bu iki infaz göz önüne alınırsa “adalet bakımından” ya mahkûmlardan bir tanesi az ceza almış olacaktır yahut diğeri fazla… Bu durumda hukukun genel mantığı “fazla” ceza alınmasındansa az ceza alınmasından yanadır ki, böyle bir durumdan birey faydalanırken umum zarara uğramaktadır. Aksi durumda da umum faydalanırken birey kaybedecektir. Her iki durumda da adaletsizlik kaçınılmaz olacaktır.
                Öyleyse biz adalet mefhumunun karşılığını parlamento kararlarında arayamayız. Hukuk fakültelerinde hukuk kuralları ile ahlak kurallarını ayırırken yaptığımız en temel ayrım hukuk kurallarının devlet tarafından destekleniyor ve müeyyidesinin devlet tarafından uygulanıyor oluşu, ahlak kurallarının müeyyidesinin ise ancak toplum nezdinde uygulanıyor oluşudur. Ancak bu hukukun tüm kurum ve kavramlarını ahlak müessesinden aldığı gerçeğini değiştirmiyor.
                Mesela, tartışalım, öldürmek neden yasaktır? “Efendim, başkasının hayat hakkına tecavüz etmek toplum yaşamına müsaade etmez de ondan!” Bu basit, sığ bir bakış açısıdır. Her düzensizlik kendi düzenini oluşturmaktadır. Doğada her canlı bir diğerini boğazlayarak varlığını sürdürmekte, bu düzen milyonlarca yıldır böyle sürmektedir. Büyük balığın küçük balığı yemesi doğanın dengesini bozmamakta, balık habitatı ortadan kalkmamaktadır. Öldürmek “kötü” olmasaydı bambaşka işbirlikleriyle, bambaşka örgütlenmelerle de insan ırkı toplum yaşantısına devam edebilirdi. (Ederdi değil, edebilirdi!)

                Peki ya hırsızlık? Nasıl sen daha zeki olduğun için ticarette bana karşı üstünlük sağlıyorsan, ben de daha maharetli olduğum için hırsızlık yapabilme hakkımı elimde bulundurmalıyım. Tanrı kimisine güzel ses veriyor ve o kişi bir çaba göstermeden milyon dolarlar kazanabiliyorsa, ben de Tanrı’nın vergisi bu el çabukluğu ile –gerçi öyle kabiliyetsizimdir ki, yazarken kendime gülüyorum- hırsızlık yapabilme hakkına sahip olabilirim, bunun neresi adaletsiz? Üstelik hırsızlıktan bahsedebilmek için önce mülkiyetin varlığı kabul etmemiz gerekir. Sen bu arsanın mülkiyetinin sana ait olduğunu nereden çıkarttın! Ne olmuş elinde uyduruk bir kâğıt parçası varsa? Elindeki uyduruk şeyin adına “tapu” demen beni bu ağacın meyvelerini yemekten nasıl alıkoyuyor? “Bu sahtekâra kulak vermekten sakının! Meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız, mahvolursunuz!”[3]
                Bu fiiller yasaklanmadığı hâlde insanlar bu fiillerin yasaklandığı güne kadar nasıl gelebildiyseler, aynı şekilde yaşamlarını sürdürmeye pek tabii devam edebilirlerdir. İnsan ırkının hayatta kalmasının yolu hukukçuların –ya da Hobbes’un- söylediği gibi hukuk kurallarının varlığına “sine que non”(olmazsa olmaz) bağlı değildir. Neden bu fiiller yasak da, bir tarlaya “burası benimdir” demek yasak değil? –Komünist olduğum sanılmasın. Özel mülkiyet karşıtı değilim. Fakat ön kabullerin olmadığı yerde birçok putumuza İbrahim’in baltasını indirmek derdindeyim!-  

Bu fiillerin neden yasak olduğuna verebileceğimiz pozitivist bir yanıt, kabul edelim, yok. Peki ya, bu fiilleri cezalandırma hakkını nereden alıyoruz? Bu soruya verilecek kaçamak bir cevap da yine üstteki saptırmanın benzerinde olduğu gibi, “her suç topluma zarar verir, adeta bir hastalıktır; öyleyse tedavi edilmelidir; cezanın sebebi toplumu korumak ve suçluyu rehabilite etmektir”. Hastalığın olduğu yerde artık özgürlük söz konusu değildir. Özgürlüğü olmayan kişiyi cezalandırmanın vicdanla bağdaşır bir yanı olabilir mi? Bir diğer çelişki de, suçun hastalık olarak görüldüğü hâlde suçta failin manevi unsurunun tartışılmasıdır. İradesi olmayan insanın kastıyla taksiri arasında ne fark olabilir?
                Öyleyse bir kişi cezalandırma yetkisini elimizde bulundurmamız için o kişinin özgür olduğuna emin olmamız gerekiyor. İnsanın deterministik kurallar çerçevesinde hareket eden bir makineden daha fazlası olup olmadığını tartışmadan, dolayısıyla ahlakı/özgürlüğü tartışmadan hukuka dair tek bir kelime konuşma imkânımız kalmamaktadır. –Sanılmasın ki “determinist” diyerek sırf bir fikre saldırıyorum! İnsan iradesini yok sayan tüm kader/alınyazısı inanışına sahibi dindarlar da bu sorulara cevap vermek zorundadır!-

                Tüm konuları masam kadar karışık bir şekilde önünüze boca ettikten sonra kabaca şu özeti yapabilirim:
(1-) Görmekteyiz ki “hukuk” adını verdiğimiz kurallar kaynağını doğrudan doğruya “ahlak” dediğimiz başka bir kaynaktan almaktadır. Buna “temel yasalar” diyebileceğimiz, tüm geçmiş ve modern hukuklarda tartışmasız olarak var olan “öldürme”, “hırsızlık” fiilleri de dâhil!
Öyleyse bir hukuk sistemi inşa edebilmek için ahlakın varlığını ve neliğini tartışmak mecburiyetindeyiz.
(2-) Yine görmekteyiz ki, bir kişiyi hukuken sorumlu tutabilmek, kişiye fiil ehliyeti atfedebilmek için özgürlüğünü kabul etmek mecburiyetindeyiz. Mevzuu kader olduğunda nasıl “Tanrı önceden yazdığı kaderden dolayı bizi neden cezalandırsın?” diye haklı olarak soruyorsak, modern hukuk olduğunda da “DNA’mdaki bir genom dizilimi hatasından dolayı beni yıllarca hapislerde çürütme hakkını nereden buluyorsunuz, tedavi edecekseniz edin, tedavisi yoksa salın gideyim” diyecek bir kişiye de verecek bir cevabımız olmalı.
Öyleyse hukuk sistemi inşa edebilmek için özgürlük üzerine tartışmak mecburiyetindeyiz.

Ahlak sorusuna cevap vermeden, hukuk üzerine tek bir kelime konuşmak hakkına sahip değiliz.

Pirali Çağrı ŞENSOY
13.09.2017

KONU DIŞI NOT: Geçenlerde insandaki kötülüğün temeli üzerine televizyonda üç saatlik bir tartışma yapıldı. Hukuka, ahlaka, özgürlüğe, psikolojiye dair konuşulan faydalı bir program oldu. Katılımcılar arasında elbette ki felsefeci vardı, nörolog vardı, psikolog vardı, ilahiyatçı bile vardı; bir tane hukukçu yoktu! Mekanik işleyişe ne kadar hapsolduğumuzu görüyor musunuz? Bu konular konuşulurken “falanca hoca nasıl buraya çağırılmaz” diye hukukçu olan olmayan herkesin aklına gelen bir hukukçu hocamızın olmaması ne kadar büyük bir ayıp, farkında mısınız?



[1] Mustafa TİFTİK & Erdal ABDULHAKİMOĞULLARI - Temel Hukuk Bilgisi s. 4 – Adalet Yayınları – Ankara 2013
[2] Blaise PASCAL – Düşünceler (Çeviri: Fethi YÜCEL) – Marmara Basımevi – İstanbul 1944
[3] J. J. Rousseau – İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı s. 133 (Çev. Rasih Nuri İleri) Say Yayınları - 2015 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERKEZ VE ÇEVRE MÜCADELESİNDE TRABZON VE TRABZONSPOR

Yaşamak Üzerine Notlar: “Bu Hayatı Nasıl Yaşamak Gerekiyor” Sorusu Üzerine

İYİ/KÖTÜ VE DOĞRU/YANLIŞ KAVRAMLARININ KULLANIMI ÜZERİNE BİR NOT