PASSENGERS FİLMİ VE İKİ AHLAKİ TARTIŞMA
Kendimi
film tahlili yapacak yetkinliğe sahip görmüyorum. Fakat bununla birlikte fena
sayılmayacak bir sinema izleyicisiyim. Hasbelkader karşıma çıkan filmlerde
kendimce önemli gördüğüm noktalara tebarüz edebilir, bu noktalar üzerinden
kendime sorun devşirerek müstefit olmaya çalışırım.
Başrollerini
Jennifer Lawrence ve Chris Pratt’in paylaştıkları “Passengers” filmini yakın
zamanda izledim. Bu filmi dikkat çekici bulduğum iki konuya parmak basmak, filmi
iki tartışmaya vesile kılmak için bir araç olarak kullanacağım. (“Spoiler”
denilen olaya titizliği olanlar yazıya devam etmeyebilir. Fakat filme dair ipuçlarının
bu filmin zevkin kaçırmayacağı kanaatindeyim. Filmin konusunu okuyan herkesin
vakıf olduğu ipuçları yer alacak yazıda çünkü.)
Sorun 1: Hayatın Amacı
Film,
bilindiği üzere, gezegenler arasında yolculuk yapan bir gemiyi konu ediniyor. Bu
gemi yeni bir hayata başlamak üzere dünyadan 120 yıl yolculukla ulaşılabilecek
mesafedeki bir gezegene yolculuk yapan, bu itibarla 120 yıllık yolculuklarını
uyutularak geçiren insanlardan mürekkep. Kahramanlarımız bu yolculuk sırasında
kapsüllerinde oluşan arıza sebebiyle erken uyanan şanssız kimseler. Film de bu
noktada kahramanlarımızın psikolojik tahlillerini bize sunmayı hedefliyor.
Uykudan erken
uyanan kahramanımızın tekrar uyuma imkânı yok. Böylece kahramanımızın hayatının
bu gemide son bulacağı kaçınılmaz oluyor. Tam bu noktada tek başına bir hayata
mecbur kalan kahramanımız bizi bazı sorulara tahrik ediyor: Hayatın gayesi
nedir? Tek başına kalsak da hayatın bir gayesi olabilir mi? Farz edelim kurtulmak
imkânımız olmadan insanlıktan izole bir mekânda mahsur kalsak, yaşamamız hâlâ
bir anlam taşır mı? Bu sorular bizi varoluşumuzun gayesini aramaya tahrik
edici, çözülmesi zor sorulardır.
Kant’ın ahlak
yasası “Her şeyin üstünde Tanrı’yı sev, yakınını da kendin gibi sev” der.
Konfüçyüs ve Schopenhauer ise “Başkasını kendin gibi sev ve kendine yapılmasını
istemediğin şeyi başkasına yapma” der. Bu iki tanımda da (ayrıntılar göz ardı edilerek)
dikkat edilirse görüleceği gibi “başkası”, dolayısıyla “toplumsallık” bir unsur
olarak yer almaktadır. Sorunumuz da tam buradan doğmakta: Toplumsallık olmadan
yaşamanın bir gayesi var mıdır?
Hayatımıza
nazar-ı itibar edersek göreceğizdir ki yapıp etmelerimizdeki ahlakilik ve gaye hep
toplumsallığa yöneliktir. Çünkü insan ömrü kısıtlıdır ve nihayetinde ecel
hükmünü icra edince insan terk-i diyar eyler, somut emekleri dünyada kalır,
kefenin cebi yoktur. Böylece üretilen bir felsefe gelecek nesillerin düşünmesi
için, üretilen bir kanun gelecek nesillerin refahı için, üretilecek bir meta
gelecek nesillerin tüketmesi içindir. Topluma hiçbir faydası olmayacak, gelecek
nesillere bir şey aktaramayacak bir hayatı sürmenin mânâsı var mıdır?
Gerçi filmde
kahramanımız bu imkândan hepten uzak değildir. Film içinde insanlığa hizmet
etme imkânını bulmaktadır. Fakat sorunumuzu karikatürize etmek maksadıyla ne böyle
bir imkân elde ettiğini, ne de gelecek nesiller bir yazılı not dahi bırakabildiğini
hesap edelim; böyle bir insanın artık hayatta kalmasının bir anlamı var mıdır?
Gelecek
nesillere (ve mevcut insanlığa) hiçbir katkısı olmayacak insan kanaatimizce varlığa
borcunu ödeyemeyen, bununla birlikte her an borçlanmaya devam eden bir
müflisten başka bir şey değildir. Hayatını sürdürebilmek için tüketecektir, her
aldığı oksijen hanesine borç olarak yazılmaya devam edecektir. Üstelik böyle bir
insanın tüm bu borçlanması yalnızca hayatta kalmaya devam etmek, dolayısıyla
bencilce bir amaç içindir.
İlahî bir
görüşe sahip olsak ve hiçbir zaman (yazılı kalıntılar vasıtasıyla bile) insanlıkla
münasebeti olamayacak böyle bir insana tanıklık etsek, bu hayata bir anlam
verebilir miyiz? Sanmam… Fakat bir gün kurtarılmak ve topluma yeniden karışarak
insanlığa borcunu ödemek ümidi taşıyan insanın varlığını devam ettirmesinin
daha ahlakî olduğunu da şerh düşmek gerekir. Bununla birlikte toplum içinde
yaşayan bencil oksijen israflarının durumuna bilvesile bir daha acıyalım.
2. Sorun: Hataların Telafi İmkânının Her
Zaman Olamaması
Passengers
filminin bir diğer tahrik ettiği düşünce de telafisi mümkün olmayan hataların
insan psikolojisi üzerindeki tahribatıdır. Filmde yalnızlıktan boğulmakta olan
kahramanımızın kendisiyle vermiş olduğu büyük cedele mağlubiyeti ile işlediği
hata insan sınırlılığı üzerine düşünmemize vesile oluyor. Bu öyle bir
sınırlılıktır ki, kendi ellerimizle bir anlık dikkatsizlik veya bilinç kaybıyla
yaptığımız hataları telafi imkânından bile bizi mahrum kılmaktadır.
Zamanlama
açısından büyük bir tevafuk oldu ki, Türkiye son bir ay içerisinde Emrah Serbes’in
trafik kazasını ve teslim olmasını tartıştı. Emrah Serbes’in buradaki hükmünü
mahkeme, öbür taraftaki hükmünü Tanrı verecektir. Bencileyin fakire düşen Emrah
Serbes örnekliğinden ders çıkartmaktır. İnsanın kendini Emrah Serbes’in yerine
koymaması mümkün değil. Alkol hiç kullanmadım, fakat aynı kötü tecrübeyi yaşamak
için alkol kullanmanın şart olmadığını da (malum anlayamayacak bir yığın
insanla birlikte yaşıyoruz) hatırlatmak gerekiyor. Ağır Ceza’da birçok trafik
kazası neticesinde taksirle öldürme duruşmasına tanıklık ettim. Hiçbirinde de şoför
sarhoş değildi. Bir anlık dikkatsizlik, düşüncesizlik böylesine ağır sonuçlara
sebebiyet verebiliyor. Hiç kimse direksiyonun başına “bugün bir kaza yapıp cana
mal olayım” düşüncesiyle oturmuyor. Kader hükmünü icra ediyor, olacak olan
oluyor. Böyle bir durumu telafi etmenin mümkün olmaması insana çılgınlık verici
bir düşünce! İnsanın “evet, bir halt ettim, ama vallahi bilmeden ettim, telafi
etmek için her türlü hamallığı yapmaya razıyım” diyesi geliyor. Zaten
cezalandırmanın mahkûm açısından ahlakî yönü de budur. Her suçlu vicdanının
tatmin olması için, kısmen de olsa hatasını telafi imkânı bulabilmek için cezalandırılmaya
ihtiyaç duyar.
Gerçi filmde
senarist izleyenleri rahatlatmak için yahut senaryonun akışını sağlayıp filmi
mutlu sona bağlayabilmek için kahramanımıza hatasını telafi imkânı veriyor.
Fakat Tanrı senarist gibi “mutlu sonla bitirme kaygısı” taşımıyor. Hayatta her
felaket mutlu sona bağlanamıyor, her kabahat telafi edilemiyor. Bu sınırlılığın
farkında olmak da ahlak kaygısı güden insana “çılgınca” her an atiklik, her adımında
farkındalık, her tavrında tereddüt mükellefiyeti yüklüyor. Bunun için geçen
günlerde bir tweetimde mealen dediğim gibi “anksiyete olmadan ahlaklı olmak
zor!”.
Ek:
Sorun olarak
telakki edilemeyecek fakat belirtmeden de geçilemeyecek bir noktayı daha ifade
etmek gerekiyor: Filmin sonunda senarist insan tabiatının doğal yaşama
temayülünü belirtmeyi de ihmâl etmemiş.
Sübjektif bir kanaattir, fakat hakikat payı var. Filmin sonunda senarist
insanlığın beton yığınları, demir külçeleri arasında nihayet bir ağaç
tomurcuğuna ihtiyaç duyacağını ve bu tomurcukların bir orman olacağını umduğunu
gösteriyor adeta. Biz de umalım. Başka bir tartışma konusudur ama dünya nice
felaketleri atlatmış güçlü bir gezegen. Dünya adına endişelenmeye gerek yok.
Endişelenilmesi gereken, insanlar için yaşanılabilir bir dünyanın varlığıdır.
Senaristin umduğunu umalım, hepimiz umarsak belki gerçek olur!
Pirali
Çağrı ŞENSOY
10.10.2017
Yorumlar
Yorum Gönder