PARADİGMAYI TARTIŞ(MA)MAK YA DA HUKUKTA ADALET KAVRAMINA BİR BAKIŞ
Paradigmayı
Tartış(ma)mak ya da
Hukukta Adalet
Kavramına Bir Bakış
Pirali Çağrı ŞENSOY
Adliyeler çoğunlukla mutsuz
insanların çözüm aradıkları, bulunacak çözümden tatmin olamadıkları, soğuk,
korkutucu, sevilmeyen binalardır. Bu binaların içerisinde amansız bir tiyatro
oynanmaktadır. Gerçi bu tiyatro adliyelere özgü değildir, toplumun olduğu yerde
kaçınılmaz bir oyun vardır. Her toplumsal model, imaj; aynı zamanda bir tiyatro
tiplemesidir. Kişilerden bu tiplemeye uygun davranmaları beklenir. Bütün bu oyun,
yahut tiyatro, bir kavram etrafında döner: “Adalet”. Bütün bu hengâme, satranç,
tiyatro “adalet” kavramı etrafında dönmektedir ancak oyuncular bu kavram üzerine
pek düşünme fırsatı bulamamaktadır. Tiyatro sahnesinde ezberini unutmamak için
kendi rollerine odaklanan, bu sebeple de oyunun manasını kaçıran oyunculara kızılabilir
mi? Şayet oynadıkları oyun insanların hayatlarına tesir ediyorsa, evet kızılabilir.
“Hukukçular hâlâ hukukun tanımını aramaktadır”[1] diyen
Immanuel Kant öleli 200 yıl olmasına rağmen hukukçular hâlâ “hukuk” kavramı
peşinden koşmaktadırlar. Gerçekten de “düşünen insan” yüzyıllardır hukukun
neliği üzerine de düşünmüştür. Roma İmparatoru Justinianus “Corpus İuris Civilis”de
(Yurttaşlar Hukuku’nun Derlemesi’nde) hukuk için “doğru ve adil olma sanatıdır” (jus
est ars boni et aequi) demiştir[2]. Bugün
ise tüm tartışmalar nihayetinde hukukun tanımı “adalete yönelmiş bulunan bir toplumsal yaşam düzeni”[3]
şeklinde yapılmaktadır. Hukuk, “adalete” yönelmiş bir düzendir; hukukçu “adalet”
kavramını referans göstermektedir; “adalet” saraylarında her gün “adil” bir
hüküm vermek adına yargılamalar yapılmaktadır. Peki, yüzyıllardır yapılan bu
faaliyetin temelinde yer alan ve adeta bütün hukuk düzeninin inşasına zemin
olan “adalet” nedir?
İsmet Zeki Eyüboğlu’nun Türk
Dilinin Etimoloji Sözlüğü eserinde “adalet” kelimesinin etimolojisi için “adl (eşitlik)den adalet (denge, deveye
yükletilen iki yük arasında denge, eşitlik sağlama durumu)” ifadeleri yer
almaktadır. Devamen Eyüboğlu şunları ifade etmektedir: “Adalet sözcüğü, anlam değişmesiyle işte, düşüncede, davranışta,
eylemde, insanlar arasında karşılıklı ilişkilerde, alışverişte eşitlik karşılığında
söylenir oldu. Özellikle alışverişte tartışa verilen önem yüzünden
el-adl/adalet kavramı, tartanla tartılan (ölçeğe vurulanla ölçen) arasında
denge, eşitlik anlamını kazandı”[4]
denilmektedir.
“Adalet” Arapça bir sözcüktür.
Dolayısıyla “adalet” mefhumunun kavram çerçevesini anlayabilmek adına Arapça
kaynaklarda “adalet” kavramı için çizilen perspektife bakmakta da yarar
görüyoruz. Rağıp el-Isfahani A-d-l (ل عد) başlığında “eşitlik anlamına gelen bir sözcüktür” dedikten sonra Maide Suresi
95’nci ayet örnek gösterilerek (“yahut
onun dengi oruç tutmaktır”) “adil” kavramının “denk” kavramı ile rabıtasına
dikkat çekiliyor[5].
Gerçekten de biz bugün adil kökünden türeyen “muadil” kelimesini birbirine eşit
ve denk olan şeyler için kullanmaktayız.
Görüyoruz ki adalet kavramının etimolojik
kökeni adalet problemimizi çözmek için yeterli olmamaktadır. Hatta biliyoruz
ki, bugün sıkça kullanılan bir tabirle, “adalet eşitlik değildir”. Aristo’nun “denkleştirici
adalet” ve “dağıtıcı adalet” tasnifi de adalet mefhumuyla eşitlik mefhumu
arasında böylece bir fark yaratmaya yöneliktir. Sözgelimi, modern hukuk
sistemi, bir çocukla bir yetişkine eşit muameleyi hukuka uygun görmemektedir. Anayasa’nın
10’uncu maddesindeki “çocuklar, yaşlılar,
özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler
için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz” hükmüyle “pozitif
ayrımcılık” denilen durum hukukî hüviyete sahip olmuştur. Bu hüküm eşitliğe
aykırı bir istisna yaratmakla birlikte adalete yönelmiştir. Gerçi bu noktada “tabiatın
veya kaderin ortaya koymuş olduğu eşitsizliği gidererek eşitlik yaratmaya
yönelik bir düzenleme olduğu için adalete yönelmiştir” demek de mümkündür. Ancak
her iki hâlde de Wittgenstein’ın ünlü Tractatus’unun son önermesindeki “üzerine
konuşulamayan noktasında susmalı”[6]
haddini aşmaktayız. Tolstoy İnsan Ne İle Yaşar isimli başyapıtında sorduğu ikinci
soru olan “insana ne verilmemiştir” sorusuna “insana ihtiyaçlarının bilgisi
verilmemiştir” demekteydi. Evet, bunu zaten Tostoy söyledi. Ancak insana yalnız
ihtiyaçlarının ne olduğu değil, verilmeyen daha pek çok “aşkın” bilgi vardır.
Söz gelimi “iyi nedir”, “iyiyi nasıl bilebiliriz”, “hangi eylem ahlakidir” ve
elbette “adil olan nedir” bu nevi sorulardandır.
Bugün hukuk sistemimiz demokratik
bir paradigmada oturmaktadır. Dolayısıyla her şeyin ölçüsü, tabiatıyla adaletin
de ölçüsü, millettir. Millet fikir ve kanaatlerini temsilcileri aracılığıyla
temsil eder. Bu temsilciler Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulunan
milletvekilleridir. Milletvekilleri yapmış oldukları kanunlarla birlikte hukukumuzu
vücuda getirirler. Yargı gücü de yetkisini milletten ve milletin yapmış olduğu
Anayasa’dan almaktadır. Anayasa’nın 9’uncu maddesi “yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır”
hükmüyle bu yetkiyi bağımsız mahkemelere vermiştir. Bağımsız mahkemeler Anayasa’nın
138’inci maddesine göre “anayasaya,
kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler”. Maddede
geçen “vicdan” tabiri bize her ne kadar “adalet” kavramını çağrıştırsa da bu
vicdan “anayasaya, kanuna ve hukuka uygun” bir vicdandır. Dolayısıyla bugün
mahkemelerimiz en adil olanı aramakta değildir. Zaten bin yılların felsefî
problemini hukuk uygulayıcıların sırtına bırakmak da hiç “adil” olmazdı.
Mahkemelerimiz hükmü kanuna göre kurmaktadır. Söz gelimi 6100 sayılı Hukuk
Muhakemeleri Kanunu’na göre 10 bin liralık bir alacak için senetle ispat zorunluluğu
vardır[7]. Siz
bir dostunuza güvenerek 10 bin lira borç vermişsinizdir. Elbette dostunuzdan
senet isteyecek kadar nezaketsiz(!) de değilsinizdir. Daha sonra bu borcun
vadesi geldiğinde dostunuz güveninizi suiistimal ederek borcunu inkâr
etmektedir[8]. Böyle
bir durumda siz tanık dinletemezsiniz. Hâkim sizin samimiyetinize ne kadar
inanırsa inansın, dost sandığınız kişinin tavırlarından onun bir “sahtekâr”
olduğuna ne kadar kani olursa olsun; HMK m. 200 hükmü orada bulunduğu müddetçe
hâkim tarafından verilebilecek tek hüküm sizin davanızın reddidir. Hâl böyle
olunca hukuk uygulayıcıları için “adil olan nedir” sorusunun cevabı ile “kanuna
uygun olan nedir” sorusunun cevabı pratik olarak eşitlenmektedir. Ancak hukuk
teorisyenleri için mevzuu bu kadar basit değildir.
Bu yazının okuyucusunun “adil
olan çoğunluğun fikridir” şeklinde bir önermeyi kabul edeceğine ihtimal
vermiyorum. Adalet için çoğunluk belki bir karine olabilir, bize fikir verip
yol gösterir. Ancak adalet kavramı meşruiyetini çoğunluktan veya herhangi bir
dünyevî otoriteden almamaktadır. Hatta, bilakis, dünyadaki tüm otoriteler
meşruiyetlerini adalete dayandırmaktadır. Sorarsanız Hitler de, Stalin de,
Mussolini de adil bir iktidara sahip olduklarını savunacaklardır. Meşru
olabilmek için sözde de olsa “adil” olmaya mecburdurlar.
Hukuk kuramı içerisinde iki temel
doktrin mevcuttur. Bunlardan birincisi Pozitivist ekoldür. Bu ekole göre hakkın
kaynağı otoritedir. Kişinin bir hak iddia edebilmesi için otorite tarafından
kendisine verilmiş bir hak olmalıdır. İkinci ekol ise Doğal Hukuk doktrinidir.
Bu doktrine göre otorite sıfat-ı arızadır, aslolan insandır. Haklar insanların
var olmasıyla (veya tabiattan) ortaya çıkar, otorite de varlığını bu hakların
devrine borçludur. Her iki hukuk
doktrininin de yetersiz olduğu açıktır. Zira pozitivist bakışla; Hitler
Almanyası otorite olarak hukuku belirler, dolayısıyla Yahudilerin sabun
yapılmasında bir hukuksuzluk yoktur, zira otoritenin buyruğu hukuktur. Bu
elbette ki sağduyuya aykırıdır. Ancak Doğal Hukuk doktrini gündeme geldiğinde
ise kanunun “zilyedinin rızası olmadan
başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak
maksadıyla bulunduğu yerden alan kimseye (…) ceza verilir”[9]
hükmüne “bu hüküm adil değildir, zira Tanrı bana zekâ ve el çabukluğu
vermiştir, böylece benim hırsızlık yapmam doğaya uygun olandır” şeklinde sağduyuya
aykırı bir cevap verilmesinin önünde bir engel yoktur. Evet, her ikisi de
sağduyuya aykırıdır; ancak adalete aykırı olduğunu kim iddia edebilir ve neye
dayanarak iddia edebilir? Adil olanın ne olduğuna dair elimizde bir belge,
bilgi mevcut mudur?
Kant birkaç yüzyıl önce “neyi
bilebiliriz, nasıl bilebiliriz ve ne yapmalıyız” diye soruyordu[10].
Adalet kavramını bir kenara bırakıp salt faydacı düşüncelerle bir hukuk sistemi
yaratmamız mümkün müdür? Kant Pratik Aklın Eleştirisi’nde “kumarda kaybeden kendine ve akılsızlığına kızabilir, ama oyunda hile
yaptığını biliyorsa (bu şekilde kazanmış olsa bile) yaptığını ahlâk yasasıyla
karşılaştırır karşılaştırmaz, kendi kendini hor görmek zorunda kaldır. Öyleyse
ahlâk yasası, kişinin kendi mutluluğu ilkesinden başka bir şey olsa gerek.”
demektedir[11].
İnsana o hor görmeyi yaşatan nedir? Kant bunun için “kendisine dayanarak tanıklık etmeyi düşündüğüm maksim pratik akılla
sınandığı zaman, hep, bu maksim genel bir doğa yasası gibi geçerli olsaydı
nasıl olurdu, diye bakarım. Açıktır ki, böyle bakıldığında bu, herkesi
doğruluğa zorlayacaktır.”[12]
diyerek şahsî ilkelerimizi evrensel ilkelere yükseltebiliyorsak bu ilkemizin
ahlaki olduğunu işaret eder, “herkes benim gibi davransa nasıl olurdu” şeklinde
bir yöntemle ahlakî olanı bulabileceğimizi iddia etmektedir. Kant’a göre
herkes, yani tümel, bizim için bir karinedir. Kierkegaard’ın İbrahim Peygamber’in
oğlu İsmail’i[13]
öldürmekle sınanmasını tartıştığı Korku ve Titreme’deki yaklaşımına göre ise “İbrahim bunu ne bir halkı kurtarmak, ne
devletin fikrini korumak, ne de kızgın Tanrıların gönlünü almak için yapmıştır.
(…) Dolayısıyla İbrahim’in eyleminin baştan sona tümelle hiçbir bağlantısı
yoktur, bu sırf kişisel bir meseledir[14]”
denilerek adil olanın, “hak” olanın tümelde yani herkeste değil, tikelde yani
bireyde ortaya çıkacağı iddia edilmektedir. Kim haklıdır? Adil olan hangisidir?
Tüm
bu yazılanların anlatmak istediği genel olarak şudur: Toplumu ayakta tutan ve
herkesin önemsediği bir kurum var: “Hukuk”[15].
Bu kurum “adalet” kavramı etrafında, “adalet” kavramı üzerine inşa edilmiştir. Ancak
“adalet” kavramının ne olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Bu fıkra olsa gülünür,
ancak ne yazık ki bu fıkra değil bin yıllardır insanların mülkiyet
çatışmalarından idamlarına kadar bütün bir hukuk serüveninin trajedisidir. Kişi
kürsüden vaaz verir: “Adalet mülkün temelidir”. Sorulsa, “adalet” nedir, diye,
kişi dürüstse “bilmiyorum” der. Dürüst olmayanlar bazı soyut gevelemelerle
Wittgenstein’ın keşfetmiş olduğu “dilin sınırlarına” çarpmakta, eli boş bir
şekilde dönmektedir. Tıpkı “iyi” olanın ne olduğunu bilmediğimiz gibi…
Her nasılsa doğduk, büyüdük ve bu
satırlarda buluştuk. Tafsilatına lüzum yok. İnsan eylemlerinin altında daima
bir ihtiyaç vardır, bizi bu satırlarda da bir ihtiyaç buluşturuyor. Ancak
korkunç olan bizi bu satırlarda hangi ihtiyacın buluşturduğunu dahi bilmiyor
oluşumuzdur. Bu bilmezliktendir ki adliyedeki tiyatro bizde bir “bulantı” yaratır.
Bundandır davanın her iki tarafı da sonuçtan tatmin olmaz. Çünkü her iki
tarafın da beklentisi adalet değil, menfaattir. Şayet adil olanı bilseler belki
bunu bekleyebilirlerdi, ancak bilmiyorlar, onlara kızamayız. Ve maalesef ki Hukuk
Fakülteleri bugün bu bulantıyı giderecek paradigma tartışmalarından yoksundur. Hukuk
eğitiminde neyin adil olduğu tartışılmadan bu fakültelerden yetişen hukukçuların
adil hüküm vermesi nasıl beklenebilir?
Ey
sanık, ey tanık, ey millet! Kral çıplak! Duvardaki “adalet mülkün temelidir”
yazısına aldanmayın. Size “adil hüküm” vadedenler adaletin ne olduğunu
bilmiyorlar, tartışmamışlar!
26 Kasım 2018
Pirali Çağrı ŞENSOY
[1]
Ömer Anayurt – Hukuka Giriş ve Hukukun Temel Kavramları s. 40, Seçkin
Yayınları, 15. Baskı
[2]
Erhan Adal – Hukukun Temel İlkeleri El Kitabı s. 3,Legal Yayınları, 12. Baskı
[3]
“Vecdi Aral - Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, İstanbul 2012, s. 14”ten iktibas
eden Mustafa Tiftik, Erdal Abdülhakimoğulları – Temel Hukuk Bilgisi s. 4,
Adalet Yayınevi, 2013
[4]
İsmet Zeki Eyüboğlu – Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, 2004
[5]
Rağıp el-Isfahani – Müfredât (Kur’an Kavramları Sözlüğü), Tercüme Abdülbaki Güneş
ve Mehmet Yolcu, 3. Baskı, İstanbul 2012
[6] Ludwig
Wittgenstein – Tractatus Logico-Philosophicus s. 173, Çeviri Oruç Aruoba,
Metis, Mayıs 2016
[7] Bkz. 6100
sayılı HMK m. 200
[8] Zaten
mahkemelere çoğunlukla birbirine güvenen insanlar gelmektedir. Birbirini hiç
tanımayan insanlar arasında hukukî ihtilaf çıktığı azdır.
[9] TCK m.
141
[10] Heinz
Heimsoeth – Kant’ın Felsefesi, Çeviren Takiyettin Mengüşoğlu, Doğubatı Haziran
2014
[11] Immanuel
Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, s. 43, Çeviri İoanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe
Kurumu, 5. Baskı, 2014
[12] Age s.
50
[13] Kitapta
Kierkegaard “İshak” diyor.
[14] Soren
Kierkegaard – Korku ve Titreme s. 84, Çeviren Nur Beier, Pirhan, 2. Baskı, 2015
[15] Hukuk
kelimesi “hak” kavramından türer. Hak kavramının ne olduğu için de adalet
kavramı için söylenenlerin benzerleri söylenebilir.
Yorumlar
Yorum Gönder