BİR TAŞRALI HASTALIĞI: TEK TİPÇİLİK


BİR TAŞRALI HASTALIĞI: TEK TİPÇİLİK

Türkiye’de tedavisi olmayan bir hastalık var: Hakikatin merkezine kendini koyma hastalığı. Bu hastalık bencillikten ve taşralı olmaktan kurtulamamaktan kaynaklanıyor. İnsanların kendi fikirlerine inanmaları, inandıklarını savunmaları doğal ve olması gereken bir şeydir. Fakat kendi fikrini hakikatin tek ölçüsü hâline getirmek, alternatif düşüncelerden cüzamdan kaçar gibi kaçmak bir taşralılık hastalığıdır. Taşralılık derken dünyaya kapalı olmayı kast ediyorum. Pekala İstanbul'un göbeğinde de taşralı olunabilir, Bayburt’un köyünde de medenî olunabilir. Taşralı, "mahalle"sinin fikrini mutlak kabul eden, dünyaya yabancı insandır.

Bu hastalığın futbolda olması anlaşılabilir. Çünkü futbol tabiatıyla taraftarlıktır. Kişi bir takımı sever, destekler; yenilse de, hatalar yapsa da -belki eleştirir fakat- takımını desteklemeye devam eder. Ancak bu durum –memleketimizde yaygın olduğu üzere- din ve siyasette yaşanınca ortaya abes manzaralar çıkıyor. Bu hastalığı siyasette çok görüyoruz da, malum siyasî gündem çok kızgın, örneği dinî temayülden vereyim, siz onu siyasete teşmil edin.

Coğrafya kaderdir, diyor İbn-i Haldun. Belki kaderimiz coğrafyadan ibaret değil ama coğrafyanın kaderimiz üzerinde inkâr edilemez büyük bir etkisi var. Coğrafyamız İslâm dinine inanılan, İslâm dininin Sünnî ekolünün, Hanefi – Maturidî etkinin olduğu dini anlayışa sahip bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın dışında İslâm’dan başka inanışları olan insanlar da var. Yine bu coğrafya dışında İslâm inanışına sahip olan, ancak Sünnî olmayan, Hanefi olmayan, Maturidi olmayan Müslümanlar da mevcuttur. Ve bu insanlar da kendi inandıkları şeye, bu coğrafyanın insanı kadar inanmaktadırlar.

Dinî geleneğimiz büyük bir tarihî kültürün mirası olarak elbette kıymetli ve değerlendirilmeyi hak eden müktesebatımızdır. Bununla birlikte bu kültüre sahip olabilmemizin altında inanmadığımız birçok din ve geleneğin de etkisi vardır. Hegel’in diyalektik mantığını kanıtlamak adına söylemiyorum, ancak tarihî sürecin ilerleyişi bir fikrin (konu açısından fikir diyoruz, medeniyet de olabilir herhangi başka şey de) başka bir fikirle karşılaşması, kendini aşması, böylece karşıtından etki barındıran daha üst bir fikre evrilmesiyle ilerler. Bu “kendini aşma” iki türlü olabilir. Birincisi, ilk akla gelen, karşıtında gördüğü olumlu ögeleri kendine mal etmek, karşıtından faydalanarak kendi eksik unsurlarını tamamlamaktır. Ancak diyalektik süreçte “kendini aşma”nın tek yolu bu değildir. İkinci bir yol olarak, diğer fikirle karşılaşıldığında radikalleşmek, karşıtında gördüğü edime aksi istikamette bir edimle karşılık vermek şeklinde de fikir kendisini aşabilir.  

Yukarıda izah edilen durum insanlık tarihi boyunca bütün fikir, din ve geleneklerin tecrübe ettikleri doğal bir süreçtir. Söz gelimi iki din karşı karşıya geldiğinde dinlerden birisi kendi peygamberinin mucizelerini anlatarak dinlerinin meşruiyetini kanıtlamaya çalışır. Peygamberine ait mucize anlatısı olmayan diğer dinin mensupları bu tavra karşı iki yol izleyebilirler; bunlardan birincisi karşı tarafın mucizelerini aynen veya benzeriyle birlikte kendi peygamberine izafe etmek ve böylece “mucize eksikliği”ni kapatmak, ikincisi ise mucize kurumunu reddederek mucizelerin doğaya aykırı olduğunu, diğer din mensuplarına öğretilen mucizelerin birer hikâye olduğunu iddia etmek. Her iki hâlde de karşılaşan dinler kendilerini aşarak yeni bir hüviyet kazanır. Bu yeni hüviyette karşılaşmış olduğu dinin de olumlu / olumsuz tesirini bünyesinde barındırarak tarihî sürecine devam eder. Yine aynı şekilde, İslâm dini içerisinde de birçok farklı doktrin bulunması birçok kelamî tartışmanın temelini oluşturmuştur. Bugün sahip olduğumuz inanışlarda bu tartışmaların etkisi büyüktür.

İnsanlık bu kaçınılmaz süreç vasıtasıyla ilerler. Tek tip düşüncenin, karşısında kendini gerçekleştirebileceği bir düşünce yer almadığından, kendisini aşması da mümkün değildir. Bu durumda tek tip düşüncenin olduğu yerde fikrî donukluğun olması kaçınılmazdır. Ve bilim, tabiatta yerinde saymak diye bir şey olmadığını, tabiatın sürekli olarak düzenden düzensizliğe doğru yol aldığını, dolayısıyla ilerlemek adına bir atılım göstermeyip yerinde (hareketsiz) kalanların zamanla düzensizliğe yani bozulmaya / kokuşmaya temayül göstereceğini ortaya koymaktadır.

Tekrar etmekte fayda var, bir kişinin kendi fikrine inançla bağlı olması kabul edilebilir, hatta saygı duyulası bir şeydir. Ancak karşı fikirlerin yok edilmeye çalışılması, susturulmaya / yıldırılmaya çalışılması, aykırı seslere kulak tıkanması yalnızca kişinin karşı fikrine değil, gelişmeye ve kendisini aşmaya mecbur kendi fikrine de yaptığı büyük bir haksızlıktır. Farklılığın olmadığı yerde “var olmak” mümkün değildir. Çünkü insan için “var olmak”, öncelikle, sınırlı olmaktır. Ben kendi varlığıma, karşımda ben olmayan kişinin sahip olduğu “ben” duvarına çarparak, ona “sen” diyerek, şahit olurum. Başkasıyla girdiğim ilişki kendi sınırlarımı çizmeme vesile olarak kendimi tanımama, gerçekleştirmeme imkân verir. Başkasının olmadığı yerde artık ben de yokumdur. Bu başkası bir “ben” sahibi olmasa (insan-dışı bir şey olsa) da ona çarpmakla kendi sınırlarımı çizerim. Dolayısıyla beni ben yapan, başkayla girdiğim ilişkidir. Bu durum yalnız bana, benim fert oluşuma, mahsus değildir. Her medeniyet, her din, her ideoloji, her fikir başka bir fikrin olduğu yerde var olabilir. Bu, “her şey zıddıyla kaimdir” sözüyle de ifade edilir. Üstelik tüm bunlarla birlikte tartışmaların nihayeti bir türlü gelmemektedir. Dünyada “konuşulacak söz” bitmiş değildir. Hâl böyle olunca da, bir konuda kesin hükme varmak için cüret sahibi olmak gerekir. Dünya değişmekte, dünyayla birlikte fikir ve diğer müktesebatımız da değişmekte ve gelişmektedir. Bu mevcut inanç ve kanaatlerimizi değersizleştirmemekte, fakat kişiye bir “haddini bilme” bilinci kazandırmalıdır.

Taşralı dünyaya yabancıdır. Dünyayı mahallesinden ibaret sanır. Mahallesinden tanımadığı her yabancıya iptidaî bir düşmanlıkla saldırır. Amacı onu kendisi gibi yapabilmek, ya da yok etmek; böylece mahalledeki sükûnet hâline geri dönebilmektir. Hâlbuki bu yaptığı, mahallesinin yerinde saymasına ve nihayet çürüyüp gitmesine atılan ilk adımdır. “Var olmak için başkasına muhtaç olan” adına, muhtaç olduğuna (başkasına) saldıran kişi, kime hizmet etmektedir? Samimi olması neyi değiştirir?

Rüzgâr eken fırtına biçer, insan ne ederse kendine eder. 02.04.2019

Pirali Çağrı ŞENSOY


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MERKEZ VE ÇEVRE MÜCADELESİNDE TRABZON VE TRABZONSPOR

Yaşamak Üzerine Notlar: “Bu Hayatı Nasıl Yaşamak Gerekiyor” Sorusu Üzerine

İYİ/KÖTÜ VE DOĞRU/YANLIŞ KAVRAMLARININ KULLANIMI ÜZERİNE BİR NOT