POSTMODERNİST BİR HASTALIK OLARAK: HADSİZLİK
Çoğu zaman ahlakî erdemlerin başı olarak haddini (sınırını, hududunu, yerini) bilmek ifade edilir. Gerçekten de gerek dinî kökenli öğretilerde gerek mistik anlayışlarda gerekse felsefede ahlakın kişinin kendisini tanımasıyla başlayacağı üzerinde durulur. Kendisini tanımayan, imkânlarını ve kabiliyetlerini bilmeyen kimse sınırını çizemez, nihayetinde çatışma kaçınılmaz olur.
"Sosyal medya
platformlarının ortaya çıkışı" günümüz tartışmalarında konunun daima
bir şekilde gelip çattığı bir odak noktası olma özelliğini taşıyor. Böyle
olması da çok normal zira bu platformlar hayat tecrübemize her alanda müthiş
yenilikler getirdi. Bu yeniliklere bazen adapte olmakta zorluk yaşıyoruz, bazen
bu yeniliklerden endişe duyuyoruz ve bazen de bu yenilikler bize bazı zararlar
veriyor.
Biraz düşünce tarihi… Orta Çağ'da
insanlık hakikati keşfetmişti. Hakikat kutsal metinlerde yazanlar ile Yunan
felsefesinin bir diyalektiğinden ibaretti. Öyleyse bir tartışmada argümanınızı
kutsal kitaba veya Platon'a dayandırabiliyorsanız haklı oluyor, aksine bu
metinlere ters düştüğünüz noktada ise yanlış düşündüğünüz ortaya çıkıyordu.
Orta Çağ'ın "dogmatizm" olarak ifade edilen bu anlayışı
Aydınlanma döneminde tenkit edildi. Felsefenin ve bilimin kaynağı kutsal
referanslar değil, akıl ve deney oldu. Orta Çağ'da Tanrı tarafından verilen
hakikati artık insan kendi emeğiyle bulup çıkartıyordu. İnsanın düşünebildiği,
bilim yapabildiği bir dünyada tanrıya ihtiyaç yoktu böylece -Nietzsche'nin
tabiriyle- tanrı öldü, onu biz öldürdük. Tanrının iktidarını yeryüzünde temsil
eden kilisenin yerini bilimsel bir sınıf aldı. Hakikatten söz edebilmek için
Orta Çağ'da seleflerinden icazet almak gerekiyordu, artık yeni düzende icazetin
belgesi diplomalar oldu. Söylenen sözün hakikati diplomalı bir ağızdan
çıkmasına göre şekil kazanıyordu. Buna "modernizm" diyorlar:
Aklın ve bilimin diktatöryası. Tanrıyı öldüren insanlık yeni bir tanrı yarattı.
Halbuki insan yeryüzündeyken tanrıya ihtiyaç yoktur. Hem benim gibi müstesna ve
mükemmel bir insanın doğrularını bir tanrının belirlemesine ne gerek vardır!
Hakikatin yegâne ölçüsü benim. Hakikati ben tayin ederim. Ben… ben… ben… "Tanrı
benim". Bunun adı da "postmodernizm" oluyor.
İnsana değer verilmeyen bir Orta
Çağ'dan hakikatin yegâne ölçüsü olan "ben"e… Hermes gibi
tanrılardan ateşi çalıp dünyaya hakikati indirdik. Bugün hukukun ölçüsü
değerlerin en yücesi ve biricik olan insandır. Biricik olan insanın "bu
sanattır" dediği her şey sanattır. Zaten hakikat diye bir şey yoktur.
O hâlde sen "hakikat" namına ne söylüyorsan, ben de ona karşı
istediğim saçmalığı savunabilirim. Üstelik ben her gün bana propaganda edildiği
gibi istersem her şeyi başarabilirim. En değerliyim! Kimsenin beni üzmesine
izin vermemeli, her istediğimi özgürce yapabilmeliyim. Beni "hakikat"e
icbar eden küçük büyük iktidarların benim üzerimde hiçbir tesiri olamaz.
Her gün sosyal mecralarda bize
yapılan bu propaganda esasında -ben komplo teorilerine inanmam ve sevmem de-
belirli "odakların", art niyetli "kliklerin"
bir dayatması değil, çağın ruhu, yarattığımız medeniyetin hülasasıdır. Çağımız
hakikat ölçülerinin parçalandığı, her bir kimsenin istisnasız "en"
(her şey birden nasıl "en" oluyorsa!) değerli olduğu bir çağdır.
Ömründe kitap tutmamış bir el de diploma koleksiyoncusu da aynı derecede
tanrıdır. Öyleyse birinin diğerine "hiçbir konuda" üstünlüğü
ve "iktidar devşirmesi" mümkün değildir.
Sayın Sosyal Medya Hakimliği her
gün hakikatin yeniden ve yeniden inşa edildiği bir yüce yargı makamıdır. Çünkü
hakikatin yegâne kaynağı olan "insan" her gün o mecralarda hakikati
vahiy eder. Söz gelimi bir tıp profesörüne tıp öğretmeye kalkıyor, hukuk
profesörüne hukuk dersi veriyor. Zaten neden yapamasın ki? Tıp profesörü de bir
insandır (ya da tanrı), "o" da! Diploma iktidar yaratmak amacını
taşıyan bir araçtan başka bir şey değildir, hakikatin bir ölçütü hiç değildir.
Esasında doğrudur: Diploma
elbette hakikatin bir ölçütü değildir. Ancak ortadaki gülünçlük henüz birkaç
hafta önce öğrendiği ve anlamını da tam bilmediği kelimelerle o alanda yılların
emeğini vermiş bir kimseye ders vermeye kalkmak. Bir hukukçu dört yıl lisans
eğitimi alıyor, iki yıl master, dört yıl doktora derken on yıl… sonra doçenlik
ve profesörlük derken yaklaşık bir on yıl daha… Yirmi yıl artı meslekî tecrübe
ve sahada ne kadar çalıştıysa… Bir tıp profesörünün yetişmesi için de benzer
bir süre gerekiyor.
Bir tarafta yirmi yıl aynı alanda
sürekli bilgisini yenileyen, çalışan ve hatta ders veren bir profesör; diğer
tarafta pijamalarını giymiş, eline akıllı telefonunu almış bir
"tanrı". Hakikati kim tayin edecek? Elbette her bir kimsenin hakikati
vardır. Hakikat ben ne dersem odur!
Tanrının hakikatleri hoşumuza
gitmedi, tanrıyı öldürdük. Yeni bir tanrı yarattık, onu da paramparça ettik.
Şimdi her bir zerrenin tanrılık iddiasıyla ortaya çıktığı, hakikat boşluğunda
her bir zırvanın değer gördüğü bir çağda yaşıyoruz. Buna müstahakız, çünkü
haddimizi bilmiyoruz. Halbuki ahlak ve erdem haddini bilmekle başlar. (Postmodernizme
karşı ahlak ve erdeme atıf yapmak da gülünç değil mi!)
14.06.2021
Pirali Çağrı ŞENSOY
*Bu yazının ironi içerdiğini belirtmeye gerek yok sanıyorum.*
Yorumlar
Yorum Gönder