BİLMEYE DAİR
(Mehmet Nebi hocamın Mehmet Kaşifoğlu müstear adıyla Barbar dergisinde yayınladığı yazıdan mülhemdir.)
“Öz-ne değilim çünkü
hiçbir şey bende başlamıyor
ve bende
bitmiyor. Öz'lük bende değil.
Bende bulunan yalnızca
kulluğumdur:
Oluşa ve ölüşe,
olduruşa
ve öldürüşe açık
kulluğum.” s. 68
İsmet Özel - Tahrir Vazifeleri
Mehmet Nebi Hocam şunları söylüyor: Seçemediği bir zaman, mekân ve içtimaî yapı
içinde kendini bulan insan, bu yapının dayatmalarıyla fıtrat arasında çatışma
başladığında kendi içine doğru bir yürüyüşe başlar. Yönünü kendi içine
çevirdiğinde artık ayaklarını basabildiği tek zemin kendi varlığıdır.
Öyle zannediyorum ki herhangi bir
felsefî hakikate erişmenin yolu epistemolojik sorulara cevap bulmaktan geçiyor.
Özellikle de bilginin kaynağına dair sorular. İnsanlık bin yıllardır nasıl
bilebileceğini soruyor ve tartışıyor. Nasıl bilebileceğini bilmek ortaya bir
metot koymak açısından değerlidir çünkü. Fakat önyargıların olmadığı böylesi
bir metot mümkün müdür? Hatta bilmek mümkün müdür?
Belki “bilme”nin “ne”liği tartışılıp
üzerine birçok spekülasyon üretilebilir. İlim nedir, irfan nedir, insan nasıl
düşünür vesaire. Ancak içimizde dinmek bilmeyen bir bilme susuzluğu var ve
bunun üzerine birkaç şey söylemek icap ediyor.
Hakikaten Nebi Hoca’nın söylediği
üzere insan doğduğu zaman/mekân/cemiyet içerisinde hayatını ve varlığı sorgulamaya
başladığında (araçsal bir septisizmle) dayanacağı bir zemin arar. Gazali’nin
“kendisinden asla şüphe edilemeyecek bir bilgi” arayışına benzer bir arayıştır
bu. En bilindik misali de Descartes’ın “düşünüyorum o hâlde varım” şeklinde kurduğu
zemindir. Descartes’in yaptığı da hocanın örneklediği gibi bir iç yolculuktur.
Nihâyetinde her kişi bilmek için bir “ben”e ihtiyaç duyar ve dünyasını bu “ben”
üzerine inşa eder. Fakat vakıa, bu “ben”in rölativizme ne kadar açık olduğu su
götürmezdir. Çünkü evvelâ bir zaman/mekân algısı vardır ki Kant’ın dediği gibi
“artık bunun üzerine tartışmanın çok da bir anlamı yok, bizim zihnimiz bu
şekilde çalışan/algılayan bir zihin, ötesini de bilemeyiz”dir. Hâliyle mesela “zaman ve mekândan
münezzehlik” gibi bir sıfatı anlamamız imkân kabilinde değil. Kaldı ki, Ali
Şeriati’nin “dört zindan”ını aşmak da insan için pek mümkün bir şey değildir.
Bu Şeriati’nin tespit ettiği bu zindanlar tarih, tabiat, toplum ve “ben”
zindanlarıydı. Tarihî arka planımın, yaşadığım tabiatın, içinde bulunduğum
toplumun ve nihayetin benliğimin dayatmalarından kurtulmam mümkün mü? Değil. Ya
da çok zor… Öyleyse farklı tarihin, farklı tabiatın veya farklı toplumun insanları
olarak, hepsinde “hem” olabilsek de farklı “ben”lerin “ben”i/insanları olarak bilgiyi
inşa ettiğimiz temel/zemin olan “ben”in rölativizmi tartışmasız ve
kaçınılmazdır.
Hâl böyle olunca bilginin inşa
edileceği zeminin oynak bir “ben” zemini olamayacağı
açıktır. Bunun iki sebebi
vardır: Birincisi “ben” üzerine bir nesnellik inşa edilemeyeceğidir ki, bunu
kabul edersek neticesinde benden farklı bir varın var olması zorunludur. Bu
vara ister Tanrı, ister doğa, ister at deyin; ne olduğu bir başka tartışma
konusu olmakla birlikte üzerinde uzlaşma kurduğumuz birçok konu olması (ve
birlikte yaşıyor olmamız) nesnelliğe ihtiyacımızı doğurmaktadır. 2+2=4
önermesinin nesnelliği “ben” zeminine oturtulamayacak bir nesnelliktir. İkinci
sebebi ise rölativizme bu kadar açık olan “ben”lik üzerine varlığı kurmak bir
Tanrılık iddiasıdır. (Küçükken Tanrı’nın bilim adamı gibi bir şey
olabileceğini, deney yapmak için bizi yaratmış olabileceğini, belki de kötünün
iyi/iyinin kötü olabileceğini fantezi olarak kurardım. Yine herkesin bir robot
olduğunu, ben bakmadığım anlarda yok olduğunu, var olan tek şeyin ben olduğumu
kurardım. Bu düşüncenin saçmalığı bir tarafa, “ben” üzerine kurulu varlığın
aslında bu gülünçlükten çok farklı olmadığını da görmek gerekir.)
Tanrılık iddiasıdır, diyoruz.
Hıristiyan tecrübesinde bu iddia kendini iyice gösterir: Hıristiyan teolojisi
malumdur ki, Tanrı’nın İsa bedenine bürünmesiyle yani 1’in 3 ile eşitliğiyle
kendini tanımlar. Böylece de antropomorfizm ve kapitalizme kadar varacak
hümanizme kapı aralar. Öyle değerli ve kıymetlidir ki insan olmak, Tanrı insan
bedenine bürünmüştür. Hâliyle yapıp etmeleri insan formundadır, sözleri insan
muhayyilesi içerisindedir. Mefhum-u muhalifi, hepimizin yaşadığı birer Tanrılık
hâlinden başkası değildir. Bundandır ki daha önce incelediğimiz üzere Hıristiyan/Yahudi
muhayyilesi sürekli Tanrı ile rekabet hâlindedir, Tanrılaşma temayülündedir. (Bu
konuda “Veba Üzerinden Batı’da Tanrı Tasavvuru” isimli yazımıza müracaat
edilebilir) Esasen bu tartışma hermeneutiğin ilgi alanı, şu sorular gibi: Zaman
ve mekândan tenzih ettiğimiz Tanrı’yla zaman ve mekân içerisinde olan bizler
nasıl rabıta kuracağız? Onu nasıl anlayacağız? Onun söyledikleri bize ne
şekilde tesir edecek? Radyoların ortak dalgayı kullanabilmesi için hangi
frekansı yakalaması gerekiyor? Zor sorular…
Bir araca ihtiyacım var:
Algılar/duyular vesaire… Bunlar da rölatif. Çünkü hiçbiri akıldan ve
dolayısıyla tabiatımdan, aklî tabularımdan arî değil. Aklımın sınırları
algılarımı da sınırlıyor. Gerçi, aklımın sınırları algılarıma göre çok daha
uçsuz bucaksız; duyduğum sesin frekansları sınırlı, gördüğüm rengin sayısı
sonlu. Fakat aklım da algılar olmadan bir şey türetemiyor. Bazen aklım
algılarımı yanıltıyor, bazen algılar aklımı: Ancak şu kaçınılmaz ki ikisi ediyle
büdü. Akıl ve içerdiği bilgiler bana hakikati vermekte yetersiz. Gönül/aşk/mistisizm
desem rölativizm burada hepten ayyuka çıkıyor. Kendim bile hangi mistik
tecrübemin şeytanî/nefsî/egoya dayalı, hangisinin gerçekten ilahî olduğunu
ayırt edemiyorum. Bunun üzerine nasıl bir varlık sistematiği geliştireyim?
“Vahiy olmazsa yolumu bulamam”
diyeceğim. Hâlbuki varlığı kurmak üzere kendisine gittiğim doğa da aynı
Tanrı’nın ayeti, ilahî kelam da… İkisine de anlamak için aynı araçları ve aynı
“ben”i kullanıyorum. Doğadan, evrenden, kendimden vesaireden nasıl rölatif
olmayan bir bilgi elde edemiyorsam, ilahî kelamdan da bu nesnelliği elde
edemiyorum. Görüyoruz işte, ortada açık vahiy olmasına rağmen nesnel bir yorum
ortaya koyamıyoruz. (“Nesnel bir yorum mümkün mü ki?” diye sormayın. Zaten onu
tartışıyorum!)
Buraya gelince hakikati ölçecek
paradigmayı nasıl kuracağım? Edebî bir ifade ile her şeyi ölçen cetveli ölçecek
cetvel var mıdır? Her şeyi hakikatle/referansımla anlıyorum, sınıyorum fakat
onu neyle sınayacağım/anlayacağım? Uzlaşımla mı? İnsanlar, hele hele
kalabalıklar çok kolay yanılır. Hitler’i ve türevlerini iktidara getirdi
insanların uzlaşımı. Bilimsel bilgi mi? Kendini yanlışlamakla malul o da. (Felsefe
her türlü spekülasyona açık, uçsuz bucaksız bir alan:) Şu satırları yazdığıma
dair bilgi bile benim için şüpheli olabiliyor. (Ya şu an var olduysam da bu
satırları yazdığıma dair bir anı aklıma sonradan verildiyse?) Böyle olmadığını vehmediyorum
ama bilemiyorum!
Öyleyse önümde tek bir sonuç var:
Ben hakikatin öznesi değil, nesnesiyim. Bilgim, “ben”ime bildirildiği kadardır.
Doğrudur/yanlıştır bilemem. Gerçek bilgi bende değil. Bu satırları yazan
bendim, öyle sanıyorum, bana verili olan bu. Öyleyse varlığı bunun üzerinden
bileceğim. Varlığı inşa edecek donanıma “ben” değil, O sahip. Yani referans,
hakikat, orijin her ne ise… (Biz O’na Türkçe “Tanrı” diyoruz.) Bilmenin yegâne
süjesi O. “Allah bilir, siz bilemezsiniz” demek de budur. Neyin kendimiz için
hayır, neyin şer olduğunu bile bilemediğimiz; bu kadar cüz’i bir bilgiye bile
yetersiz kaldığımız hâlde hakikat namına ne bilip neyi “nesnel” olarak
dayatabiliriz ki? Nesnel olarak dayatmadan, bildirildiği kadar bilerek, yani hâsılı
Sokrat’ın “tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” düsturu gibi ben de aforizmamı
“tek bildiğim haddimi bilmem
gerektiğidir” şeklinde kuruyorum.
2017 Haziran sonunda epistemolojik
duruşumu “nesne” yapmak adına yazdığım bu satırlar kısaca İsmet Özel’in Tahrir
Vazifeleri’ndeki şu ifadeleriyle izah edilebilir: “Öz-ne değilim çünkü hiçbir şey bende başlamıyor ve bende bitmiyor. Öz'lük bende değil. Bende bulunan yalnızca
kulluğumdur: Oluşa ve ölüşe, olduruşa ve öldürüşe açık kulluğum.” s. 68
Pirali
Çağrı ŞENSOY
Haziran
2017
Yorumlar
Yorum Gönder